kuran.com

AL-İ İMRAN



    Ya Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O`dur. Bununla ber a ber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O`dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılı k tan hisse vermek Allah`ı inkar olur, küfür olur.

    Bu "Elif, Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca`fer kırâetinde sekit vardır ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dil c iler ile tefsirciler bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar

    diğer hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı da "yete`l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret var gibidir. Bunun bir is m i "Sûre" ve Bakara Sûresi`nin bir ismi de "Sûretü`l-Kürsî" olduğuna, ve yete`l-Kürsî`nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca, bunların hepsi bu ima ve işaret i destekleyebilecek emarelerden sayılabilir. Kur`ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli ettiği yerdir. yete`l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur`ân`ın ismi olmasına da m âni değildir. Bunda her şeyin Allah`a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed`in kulağında çınlamaya b a şladığı zaman en önce ilâhî Kürsî`den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve sapmalardan korunma gereğini öğretme k olduğuna göre, ta başında Allah`ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında müteşabihatı pek çok olan Tevra t ile İncil`in, kendilerinden sonra son Peygamber`e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan Kur`ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk`ın âyetlerini inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi`nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu l-i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel şart olduğunu hatırlatmak ve diğer taraf t an hıristiyanların ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah`ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmaya kal k ıştıkları Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce Allah`ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların

    hidayeti için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur. Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini yerli yerine oturtmuştur.

    3-AL-İ İMRAN:

    Ya Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O`dur. Bun u nla beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O`dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek Allah`ı inkar olur, küfür olur.

    Bu "Elif, Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca`fer kırâetinde sekit vardır ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiş t ir. Dilciler ile tefsirciler bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar

    di ğer hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı da "yete`l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret var gibidir. Bunu n bir ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi`nin bir ismi de "Sûretü`l-Kürsî" olduğuna, ve yete`l-Kürsî`nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca, bunların hepsi bu ima v e işareti destekleyebilecek emarelerden sayılabilir. Kur`ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli ettiği yerdir. yete`l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur`ân`ın ismi olma s ına da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah`a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed`in kulağında çın l amaya başladığı zaman en önce ilâhî Kürsî`den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve sapmalardan korunma gereğini öğretmek olduğuna göre, ta başında Allah`ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında müteşabihatı pek çok ol a n Tevrat ile İncil`in, kendilerinden sonra son Peygamber`e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan Kur`ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk`ın âyetlerini inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi`nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu l - i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel şart olduğunu hatırlatmak ve diğ e r taraftan hıristiyanların ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah`ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur at m aya kalkıştıkları Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce Allah`ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların

    hidayeti için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmu ştur. Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini yerli yerine oturtm u ştur.

    2- Ya Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O`dur. Bununl a beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O`dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. Onlara ilâh demek, mabudluktan, ta n rılıktan hisse vermek Allah`ı inkar olur, küfür olur.

    Bu "Elif, Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca`fer kırâetinde sekit vardır ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar

    diğer hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı da "yete`l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret var gibidir. Bunun b i r ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi`nin bir ismi de "Sûretü`l-Kürsî" olduğuna, ve yete`l-Kürsî`nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca, bunların hepsi bu ima ve işareti destekleyebilecek emarelerden sayılabilir. Kur`ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli ettiği yerdir. yete`l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur`ân`ın ismi olmasın a da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah`a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed`in kulağında çınlam a ya başladığı zaman en önce ilâhî Kürsî`den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve sapmalardan korunma gereğini öğ r etmek olduğuna göre, ta başında Allah`ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında müteşabihatı pek çok olan T evrat ile İncil`in, kendilerinden sonra son Peygamber`e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan Kur`ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Ha k k`ın âyetlerini inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi`nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu l-i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel şart olduğunu hatırlatmak ve diğer t araftan hıristiyanların ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah`ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmay a kalkıştıkları Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce Allah`ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların

    hidayeti için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur. Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini yerli yerine oturtmuşt ur.

    3- Ey Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, önündekileri tasdik etmek üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat`ı ve İncil`i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir. Böyle buyurmakla ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed`in peygamberliğinin ilk defa ortaya çıkan bir p eygamberlik olmadığını ve Kur`ân`ın hakikatı tasdik olunmayınca önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı da Hz. Muhammed`in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir del i l ve şahit bulunamıyacağını, o zaman da insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur`ân`ın ve Hz. Peygamber`in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu açıkça bildirmek için de bu hükmü O, Furkan`ı da indirdi kısmı il e nass olarak karara bağlamıştır.

    Kur`ân-ı Kerîm`in, daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden gerçekleşmiştir:

    Birincisi: Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur`ân ve Hz. Muhammed`in peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir ide o loji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur`ân`ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haber l erinin, ancak bu sayede bir vahiy haberi ve Allah`dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur`ân, yalnızca Hz. Muhammed`in peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bi r furkan-ı mübîn olmuş ve Allah`ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında karşılıklı olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet getirdikleri

    konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir." (Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi`nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde d u rulmuştur.

    İkincisi: Kur`an, önceki kitapların iman ve Allah`ın birliğine davet eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer`î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta`dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız ol a rak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur`ân`ın şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberlik l erinde, ne de o kitapların delaletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü`l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur`ân-ı Hakim`i n, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik edilmiş olarak nakledilmek şartıyla."

    Hasılı Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve deneti m i demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına almıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah`ın âyetlerini inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ`nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden

    Allah, zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah`dır ki, O`nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hil m iyle mühlet verse bile, bir gün gelir onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyi y e kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki, bütün bunlar Allah`ın intikamının eserler i demek olur. Tek ümid ve tek sığınak olan Allah`ın nimet ve rahmetine ermek için Allah`a doğru gitmelidir. Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba mahkum olurlar.

    İzzet ise zilletin tamı tamına zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet" kökünden olup, güç göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe`de "öc almak" diye tabir olunur. Affın zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışl a yıcıdır, hâlim, gafur, raûf ve rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri, hakka dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat hilmin, affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı eşit tut m ak, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir kötülüğe sebep olmaması şartına bağlıdır. Hakk`a iman edip, kötülüğü kötülük bilerek yaptığı fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle günahlara tevbe edecek olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak hayır ve rahmet olursa da affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk alan ve gittikçe daha çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak, onlar hakkında iyilik değil, katıksız kötül ü ktür. Onun yaptığı fenalıklara ortak olmak ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun ve her türlü hayrın mercii ve yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm`in izzeti,adaleti ve rahmeti böyle bir zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir Ara p şairinin şu beyti, Resulullah`ın da beğenisine mazhar olmuştu:

    "Herhangi bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri yoksa o hilimde hayır da yoktur".

    Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın derecesi, batıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden sadır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sabit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymama k veya cezayı gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ h ayır ile şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye eden, kötülük ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı ümidin mercii olan bir hak mab u ddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı intikama kâdir olan tanrı istemeyiz." diye hakkı i n kâr ve batıla ilân-ı aşk ederler de kendi mabudlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecavüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre se v ilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler. Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların Hz. İsa`yı böyle bir beb e k, anası Meryem`i böyle bir sevimli bâkire, Cenab-ı Allah`ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı âdemoğullarını, ataları dem`den kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu feda edip kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; k endisini ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir baba fa r z ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fani, aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda kâdir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç öğeden mürekkep üçlü bir tanrı i n ancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete ermek için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki,

    bütün bunlar mabud ve kulluk fikrini hafife almakt an öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zahir ve bahir olan Hakk`ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir zaruret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine ka r ar vermek, sonra da o günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felaketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve felaketten kurtulmak için yegâne çare olmak ü z ere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah işleyip, kendi yaptığı günahların c ezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya yükletmek demektir.

    İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilah) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani hak mabud olan Allah`ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mucizeler göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri diriltip, hastalara şifa vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâl i matına uyulacak ve Allah`ın birliği inancı üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak ve İncil`de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve müteşabih isminin (gerçek baba) mânâsına tevil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa`nın insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fanî olup gittiği ve b u sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh yoklukta birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak suretiyle ictihada bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil`in metnine ve âyetlerine önem vermezler de

    "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.

    İncil`de Cenab-ı Allah`a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dahil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ`nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıkt a n girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid de n ilen üreme olayı adi illetler için geçerli olabilirse de gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ` etme demektir. Bundan dolayı İncil`de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "valid" (baba) demek olamıyacağı için "yaratan ve v ar eden" demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa`ya, bu kelimenin kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında Allah`ın bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa`nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabih a ta uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına te`vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.

    İşte Kur`ân, Allah`ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi`nden özetliyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanları n böyle Allah`a ve Allah`ın âyetlerine karşı reva gördükleri tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur`ân ahlâkının nezah e t ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı s o nucu açıklamıştır.

    Mabud, kelimesinin anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek, ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir il â hî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidayet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah`ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve iradenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehaletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır.

    4- Ey Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, önündekileri tasdik etmek üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat`ı ve İncil`i indirmişti. Bunların hepsi i n sanlara hidayet içindir. Böyle buyurmakla ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed`in peygamberliğinin ilk defa ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur`ân`ın hakikatı tasdik olunm a yınca önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı da Hz. Muhammed`in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o zaman da insanların delale t ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur`ân`ın ve Hz. Peygamber`in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu açıkça bildirmek için de bu hükmü O, Furkan`ı da indirdi kısmı ile nass olarak karara bağlamıştır.

    Kur`ân-ı Kerîm`in, daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden gerçekleşmiştir:

    Birincisi: Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur`ân ve Hz. Muhammed`in peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur`ân`ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu sayede bir vahiy haberi ve Allah`dan gel e n bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur`ân, yalnızca Hz. Muhammed`in peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı mübîn olmuş ve Allah`ın bütün kitapları, bütün p eygamberleri arasında karşılıklı olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet getirdikleri

    konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir." (Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi`nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde durulmuştur.

    İkincisi: Kur`an, önceki kitapların iman ve Allah`ın birliğine davet eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni b a ştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer`î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta`dil ederek hak din i, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçir e rek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur`ân`ın şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların delaletlerinde hak oldukları t a sdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü`l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur`ân-ı Hakim`in, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik edilmiş olarak nakledilmek şartıyla."

    Hasılı Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına al m ıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah`ın âyetlerini inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ`nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine vey a peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden

    Allah, zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah`dır ki, O`nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet verse bile, bir gün gelir onları tuttukları b a tıl yolda akla hayale gelmez felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki, bütün bunlar Allah`ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek sığınak olan Allah`ın nimet v e rahmetine ermek için Allah`a doğru gitmelidir. Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba mahkum olurlar.

    İzzet ise zilletin tamı tamına zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet" kökünden olup, güç göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe`de "öc almak" diye tabir olunur. Affın zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim, gafur, raûf ve rahîmdir; küfür ve isyanda n sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri, hakka dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat hilmin, affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı eşit tutmak, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş ka p samlı bir kötülüğe sebep olmaması şartına bağlıdır. Hakk`a iman edip, kötülüğü kötülük bilerek yaptığı fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle günahlara tevbe edecek olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak hayır ve rahmet olur s a da affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk alan ve gittikçe daha çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak, onlar hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun yaptığı fenalıklara ortak olmak ve teşvikçi ol m ak demek olur ki, bütün hukukun ve her türlü hayrın mercii ve yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm`in izzeti,adaleti ve rahmeti böyle bir zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir Arap şairinin şu beyti, Resulullah`ın da beğenisine mazhar ol m uştu:

    "Herhangi bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri yoksa o hilimde hayır da yoktur".

    Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın derecesi, batıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden sadır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sabit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak de m ektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ hayır ile şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye eden, kötülük ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı ümidin mercii olan bir hak mabuddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların kendileri de z elil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı intikama kâdir olan tanrı istemeyiz." diye hakkı inkâr ve batıla ilân-ı aşk ederler de kendi mabudlarını aci z ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecavüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güz e lliğinden bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler. Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların Hz. İsa`yı böyle bir bebek, anası Meryem`i böyle bir sevimli bâkire, Cenab-ı Allah ` ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı âdemoğullarını, ataları dem`den kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu feda edip kâfirlere kurban ettirmiş, a ncak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; kendisini ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve z orunluluklar karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fani, aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda kâdir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç öğeden mürekkep üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete erme k için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki,

    bütün bunlar mabud ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zahir ve bahir olan Hakk`ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir zaruret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felaketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve felaketten kurtulmak için yegâne çare olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya yükletmek d emektir.

    İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilah) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani hak mabud olan Allah`ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mucizeler göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak şekilde ölül e ri diriltip, hastalara şifa vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimatına uyulacak ve Allah`ın birliği inancı üzere yürünece k yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak ve İncil`de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve müteşabih isminin (gerçek baba) mânâsına tevil edilip bu n un arkasına düşülerek ve bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa`nın insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fanî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh yoklukt a birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gi z li toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak suretiyle ictihada bağlı olarak tahri f ten kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil`in metnine ve âyetlerine önem vermezler de

    "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.

    İncil`de Cenab-ı Allah`a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dahil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ`nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiy e t ve sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı adi illetler için geçerli olabilirse de g erçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ` etme demektir. Bundan dolayı İncil`de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "valid" (baba) demek olamıyacağı için "yaratan ve var eden" demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa`ya, bu kelimenin kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında Allah`ın bir ra h meti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa`nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihata uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen l ü gat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına te`vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.

    İşte Kur`ân, Allah`ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi`nden özetliyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanların böyle Allah`a ve Allah`ın âyetlerine karşı reva gördükle r i tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur`ân ahlâkının nezahet ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda i rşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.

    Mabud, kelimesinin anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek, ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa erileceğini ummak gibi te s lis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyû m olan, kitap indiren, akıllara hidayet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah`ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakika t, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve iradenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehaletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır.

    5-Zira muhakkak ki ne yerde, ne de gökte cüz`î, küllî, maddî, manevî, derûnî ve âfakî hiçbir şey Allah`a gizli kalmaz, hepsi O`nun bilgisindedir. Hatta bütün kâinatta herhangi bir şeyin haddizatında, hangi durumda ve hangi tavırda varlığı Allah`a göre ayniyle bilgi konusudur. İlâhî ilim, beşer cinsinde olduğu gibi; misallere, tasavvurlara dayalı bir g ölge, izafî ve sonradan elde edilmeye dayalı bir ilim değildir, bütün varlığın üzerine kurulu bulunduğu ezelî bir ilimdir.

    6-Ey insanlar! Allah, öylesine ilim ve kudret sahibi bir yaratıcıdır ki, sizi ana karınlarında, ana rahimlerinde nasıl dilerse öylece şekillendirir. Hangi surete isterse ona büründürür. Bünyelerinizi teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk şeklini alan ilkel maddeleri dilerse dışarda, dilerse ana rahminde tasvir eder ve bunları birbirleriyle buluşturarak bir tanesini iki, ikiyi üç ve d a ha ziyade yaparak üretip durur. Bunları irade ve meşiyyet kimyahane (laboratuvar)sinde murad eylediği özellikler ve niteliklerle donatarak, her birini bir göreve tayin ederek ve halden hale, tavırdan tavıra geçirerek ince ince eleyip dokur ve her tavırda y eni bir oluş, yeni bir yaratılış ekleyerek suretten surete, nitelikten niteliğe dönüştürür, eleyip süzgeçten geçirir. Nihayet akıllara durgunluk veren bir ince yaratış ile bütün dokularınızı, kemikler, ilikler, kıkırdaklar, damarlar, atar damarlar, toplar damarlar, kılcal damarlar, adaleler, sinirler, salgı bezleri ve uzuvları sistemleriyle yerli yerine oturtup bütün görev ve fonksiyonlarını eksiksiz yapabilecek şekle koyduktan ve hayat için gerekli özellikleri onlara kazandırdıktan sonra tam ve noksan, er k ek veya dişi, ya da hünsa canlı bir insan suretine dönüştürür. Dilerse tamamlar, dilerse eksik bırakır. Sizin böyle fıtratınızı cismanî ve ruhanî varlığınızla, bilinen ve bilinmeye diğer yönlerinizle

    özünüzü teşkil eden o maddî ve manevî suretler, o oluşlar hep O`nun dilemesiyle meydana gelmiş olan, O`nun çizgileriyle, O`nun renkleriyle var olmuş bulunan birer eseridir. Sizde o suretlerden, o nitelik ve şekillerden bazı şeyler yansıdığı zaman kendinizi âlim, allâme, hikmet sahibi, filozof saymaya başlarsınız. Öyleyse bu şekillenme, bu varoluş meselesinin özünü iyice düşününüz. Ceninin teşekkülü konusuna aklınızın, idrakinizin ve bilginizin yetiştiği kadarıyla bir göz atınız. Bunun ne kadar çok ve çeşitli bilim dallarıyla ilişkili olduğunu kesinlikle anlarsı n ız. Beşeriyetin bilgi ve idrak alanına giren bütün ilim ve fenlerin bu şekillendirme ile ilişkili olduğunu böylece tasvir ettikten sonra, henüz keşfedilmemiş bulunan nice ledunnî ilmin de bununla ilişkili bulunduğunu, sonra bütün bunların sizin haberiniz o lmadan uygulandığını itiraf edersiniz. Bir taraftan ta dem`in yaratılışına benzeyen türün oluşumunu ve bütün âlemin yaratılışını andıran cinslerin oluşumunu aşama aşama ortaya koyan, benzer yönleriyle ve müşterek özellikleriyle dile getiren, diğer taraft a n şahsın sübjektif varlığını ve kendine mahsus ferdî özelliğini ifade eden ve bir ikincisi bulunmayan suretlerin kendi niteliğini ve ayrıntılarını, gözlerinizden gizli olan rahimlerde saniye saniye şekilden şekile, tavırdan tavıra sürekli değişime uğratar a k ve geliştirerek ortaya koyduğu bir yaratma ile, sizin arkanızdan yaratıp var ediyor, size veriyor ve kısmen de olsa sizin bilginize ve idarenize tevdi ediyor ki, İsa dahi O`nun böyle rahimlerde şekillendirdiği sizlerden birisidir. O`nun bir mahlukudur. İşte Allah denildiği zaman, her şeyden önce İsa da dahil olmak üzere her birinizi rahimlerde böyle yaratıp şekillendiren halik, bârî ve musavviri düşününüz ve O`nu bu özellikleriyle tanıyınız. İşitme, kitap, vahiy ve hayat olayları yoluyla ve edindiğiniz tecrübeler yardımıyla bunu anladıktan sonra, varsa aklınız ve mantığınız onları da yorarak ve ciddi bir şekilde kullanarak, ahlâkınızın ve insafınızın bütün gücünü de ekleyerek düşünüp tefekkür ediniz, o zaman şu bilgileri yakîn olarak elde edersiniz ki, A llah allâmü`l-ğuyubdur (gaybları bilendir), bütün gizli şeyleri yakından bilir. Ona gizli de, aşikâr da aynı ölçüde malumdur. O`nun sonsuz ve sınırsız kudreti vardır, acizden münezzehtir, iradesi ve istemesi vardır. Dilediğini yapandır, kendi dışında hiçb i r zarurete bağımlı ve mahkum değildir.

    Meseleyi böyle toplu bir şekilde gözler önüne serdikten sonra bir de Hâlık-i Musavvir`in daha başka ne gibi anlamlar ifade ettiğini görelim:

    1- Bu Hâlik-ı Musavvir`in olaylar öncesine ait olan, geniş kapsamlı, sağlam ve şaşmaz, her şeyi içeren bir ilmi vardır ki, bundan gizli kalan ve gizli kalma

    ihtimali bulunan hiçbir kapalı iş veya oluş düşünülemez. Tevhid davası altında teslis muammasıyla bir sır, bir inanç diye gizlenmek istenen şirk ve küfür de ondan gizli kalamaz. Hazır ve gayb, izafî ve nisbî olan şeyler sonradan yaratılmışlara göredir. Bundan dolayı ilimler, malumlar, gözler, gönüller, akıllar, kalbler, iradeler, fiiller, yaratan ve yarattıklarını en ufağından en büyüğüne kadar topluca varlık düzenin d eki sisteme bağlayan ve onları birbirleriyle anlaştırıp varoluş gayelerine doğru yürüten bu Halik-ı Musavvir, yerde ve gökte, zamanda ve mekanda sendeliyerek dolaşan, kör, serseri, cahil ve gafil bir yaratıcı değildir ki, kahrı ve intikamı cahilane olsun. Size bir bilgi gelirse O`ndan gelir. O`nun böyle rahimlerde tasvir edip şekillendirdiği ve daha yüksek ıstıfa (seleksiyon) larla var edip meydana getirdiği peygamberler ve bu arada Hz. İsa, furkanın ve furkan sahibinin geleceğini ve buna benzer bazı gayb h aberlerini bildirmesi ise yalnızca O`nun bildirmesi ve öğretimidir.

    2- Bu Hâlik-ı Musavvir`in hiçbir şeye muhtaç olmayan bir kudret-i bâliğası (zirvede olan gücü) vardır. Bu öyle bir kudrettir ki, yer ve gökleriyle var olan ve var olması mümkün olan bütün kâinat, bütün zerreleri ve küreleriyle, basit ve bileşik unsurlarıyla, maddî ve manevî yönleriyle hep O`ndandır ve O`nun emrine boyun eğmiş durumdadır. Bütün madde ve kuvvetlerin etki alanında kendini göstermesi, hep O kudretin tecelli ve etkisinden i barettir. Tabiat denilen şey, O`nun düzenli ve sürekli etkilerinin alanı; tabiat üstü veya harika, mucize denilen şey de yine O`nun düzensiz ve benzersiz etkisinin eseridir. Tabiat kuvvetleri veya kanunları denilen sistemli ve düzenli oluşumlar o kudretin hakimi değil, mahkumudur. Bunlar O`nun ardarda devam eden etkisinden çıkan değişik şekillerin ortadan kaldırılmasıyla benzer şekillerin ifadesi olan bir çizgidir. Mesela yerküre üzerinde canlıların ortaya çıkıp yayılmasından sonradır ki, her canlı ilk tas v ir edilmiş olan bir maddeden, ekillendirilmiş olan birilkmaddeden (protoplazmadan) çıkar diye, maddî hayat için bir tabiat kanunu ortaya konur. Ve bu kanun bulunup ortaya konulurken şurası da iyice bilinir ki, bu kanun ezelî değildir, sonradan olmadır, h â distir. Çünkü yerkürenin teşekkülünden ve üzerinde hayatın ortaya çıkışından sonra başlamıştır. Şekillendirilmiş olan o ilk madde, ezelî değil, o vakitten beri peyderpey yaratılıp şekillendirilmektedir. Ana rahminde tasvir olunup şekillendirilen her insanın söz konusu olan o ilk maddesi yenidir. Bunun şekillenmesiyle ilgili prensipler hayat ilminin değil, kimya ve fizik ilminin prensipleri arasında yer alır. Hatta organik kimya ile inorganik kimya arasında paylaşılan bir konudur. Binaenaleyh o ilk maddenin şekil kazanmasıyla ilgili prensipler ve şartlar, onun ikinci ve üçüncü aşaması

    için geçerli değildir. Fakat buna da bir prensip olduğu farz olunsun ve farz olunan bu prensip ne kadar tekrar edilirse edilsin, sonuç yine beklenilemeyen ve düşünülemiyen bir şekilsiz maddeye dönüşecektir. Ve her yeni şekil, yepyeni bir varlık olarak doğrudan doğruya karşımıza çıkar ve her birinin üzerinde mutlak olarak bu kayyûmun kudreti, yaratıcı gücün etkisi yine de onun üstünde kendini gösterir. Tasavvur edilemiyen madde i s e zaten fiilen mevcut değildir. Ancak o da bu kudretin tecellisine racidir. Hasılı tabiat kuvvetleri, tabiat kanunları etkileyici değil, bir etki yolunun ifadesidir. Tabiatlar çeşitli, halbuki tabiatın mebdei, başı ve başlangıcı bir tektir ki, o da yaratı l ış ve etkileyiştir. Tabiat, bir anlamda tekdüze olan şey demektir. Ve bunun en genel prensibi tek düzelik kanunudur. Böyle iken tabiatların çeşitli olması, cüz`î ve küllî ayrışmaya uğraması, çeşitli tabiatlere ayrılması gerçek sebep olan ilâhî kudretin ta b iat üzerinde hakim olduğunu, ıstıfa (seleksiyon) ve tabiî tekamülün varlığını bu kudrete borçlu bulunduğunu gösterir. Binaenaleyh bu etkili ve şekillendirici, müsavvir kudrete göre ilk maddenin şekillendirilmesi, dışarıdan hiçbir şarta bağlı değildir ve o kudretin karşısında hiçbir kudret yoktur. İşte insanları ana rahimlerinde tasvir edip şekil veren Halik-ı Musavvir böyle bir sonsuz ve sınırsız kudrete malik olan bir Hayy ve Kayyûm`dur.

    3- Bu Hâlik-ı Musavvir, bu var ediş ve şekillendirişte mecbur ve zorlanmış değil, fail-i muhtardır (dilediğini yapandır). Hür iradesiyle istediğini yapandır. Kendisi mecburiyetler ve yükümlülükler koyabilir, fakat mecbur tutulamaz. Fiilini ilim ve iradesiyle yapar; dilediğine irade verir, dilediğine vermez. Rahimlerd e insanları şekillendirmesi de sırf bu iradesi iledir. Zeyde falan sureti, Amr`e filan sureti vermesi, her şahsı belli bir şekle mazhar kılması, daha önceki şartlara bağımlılık gibi bir mecburiyetten, O`nun yaratma gücünün üstünde başka bir güç bulunmasınd a n veya kendi dışında birtakım güçlerin etkisinde kalmasından dolayı değildir, kendi hür iradesinin eseridir. Bu yaratış ve ayrı ayrı şekil veriş, süzgeçten süzgece geçen iş, bu tasvirde her yeni suretin diğer bir yeni surete yol açar olması ve nihayet çeş i tli suretlerden yine benzer ve ortak özellikler taşıyan bir tek suret meydana gelmesi, doğal ve zaruri bir oluş değil, sebepsiz ve failsiz bir şey de değildir. Sonsuz bilgiye ve sınırsız güce sahip ve malik olan, her oluşta, her hadisede sonsuz boyutta şe k iller vermeye, yapmaya ve bozmaya kâdir olan bir fail-i muhtarın tercihinin ve iradesinin eseridir. Eğer böyle olmasa da doğal ve ıztırarî (zorunlu) olsa idi, o ıztırarî suretlerden serbest, iradî ve seçime bağlı fiiller meydana gelemezdi. En basit bir m i sal ile söyleyecek olursak bir taş yerinden koparılıp iki ayrı maksat için kullanılamazdı, mizaçlar ve tabiatler bu kadar değişik olamazdı. Tabiat ilimlerinde

    iki zıt kanun bulunamaz ve teknolojinin çeşitli dalları ortaya çıkamaz, ihtilaf ve muhalefet denilen şeyler olmazdı. Aynı kişinin tohumundan hem erkek, hem dişi zürriyet olmazdı. Her şeyde ezelden ebede, yeknesak bir tekdüzelik bütün mânâsı ile devam eder giderdi. Ana rahmine düşen her tohum mutlaka oluşur, tabiat hatası denilen şeyler de görülmez, h a tta hayat denilen oluş hiçbir zaman meydana gelmezdi. İyi düşünülürse anlaşılır ki, tabiat galatları denilen ve o yüce kudretin kemaline aykırı bir maddeymiş gibi ileri sürülmek istenen şeyler, aslında birer noksan değil; tabiatın, baba ile ananın üzerind e gerçek etkileyici olmadığını ve yüce yaratıcının iradesinin etkisini gösteren birer sanat göstergesidirler. Tabiat galatları, denilen sakatlıklar ve eksiklikler, aslında tabiatın gereği olan tekdüzeliği ihlal ve tağyir etmesi bakımından, onun hatasını, b i lgiden yoksun olduğunu ve etkisinde başarısızlığını, aczini ve noksanını gösterirken, ona karşı yüce yaratıcının gerçek iradesini isbat eder, gözler önüne sererler. Bu gibi noksanlar, kâinat düzeni, sonsuz kudret ve ilim delilinin aleyhine değil, aksine k ö r tabiatın ilk sebep ve yaratıcı güç olması nazariyesini temelden söküp atan ve noksansız bir fail-i muhtarın varlığını isbat eden ve hedeflerine de ulaşmış bulunan en mükemmel şahitler ve göstergelerdir. Hasılı ne tabiat-ı cüz`iyye, ne de tabiat-ı külliy y e varlık için yeterli ve geçerli sebep değildir. Bunların hepsi fıtrat denilen bir ilk varoluş olayının sürüp gitmesinden ibarettir. Ve o fıtrat bizzat yüce yaratıcının kudretinin ve iradesinin eseridir. Tabiatın tekdüzeliği prensibi, mükemmel ve kusursuz bir sebeplilik kanununun bağımlılığı altına verilerek, ilâhî irade kanunu ile karşılıklı ve dengeli olarak mütalaa edilmedikçe hakka ve hakikate erişilemez. Hak Teâlâ hem halik, hem barîdir, yani hem yaratan, hem de yarattıklarını geliştirendir. Yarattıkl a rına verdiği fıtratı tadil edip değiştirebilir. Soyaçekim kanunu da bu temel çerçeve içinde ele alınmalıdır. Ardarda devam edip giden varoluşun akışı içinde suretlerin birbirlerine benzemezlik içinde az çok yine benzerlik göstermesi, tekdüzeliği andırır b i r değişkenlik sergilemesi, değişkenlik içinde bazı özelliklerin babadan ve anadan çocuğa geçmesi olayına veraset (soya çekim) tabir edilir ki; nev`in devamı, ıstıfa ve tekamül, gelişme ve gerileme (dejenerasyon)nin yoludur. Bunlar tam anlamıyla ve bütün y ö nleriyle bir intikal değil, bir niyabet ve yer değiştirme
keyboard_arrow_up