kuran.com

KAMER



    54/1. Saat yaklaştı, müminlere sevabın, kâfirlere cezanın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Hazırlanmak gerekir. Ve Ay, yarıldı. Peygamber (s.a.v)`in en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi. Sahabe, Tâbiîn ve Müteahhirîn (daha sonraki dönemde yaşayanlar)`den bilinen tefsircilerin hepsi, âyetin bu mucizeyi haber verdiğinde ittifak etmişlerdir. Haber meşhurdur, sahabeden bir hayli kimse rivayet etmiştir. Bunlar arasında Hz. Ali, İbnü Mes`ud, İb n ü Abbas, Huzeyfe, Enes, Cübeyr b. Mut`im, İbnü Ömer ve daha başkalarını sayabiliriz. Gerçi İbnü Abbas ve Enes gibi bazıları bu olaya bizzat şahid olmamışlardır. Zira İbnü Abbas henüz dünyaya gelmemişti, Enes de Medine`de o sıralarda dört beş yaşlarında bu l unuyordu. Fakat âyetin tefsirinde olayı sahih olarak rivayet etmişlerdir. İbnü Mes`ud, Cübeyr b. Mut`îm ise bizzat şahid olarak rivayet edenlerdendir.

    Buharî İbnü Mes`ud`dan şu rivâyetleri nakleder:

    1) "Resulullah (s.a.v)`ın devrinde ay iki parçaya ayrıldı. Bir parça dağın üstünde bir parça da dağın ardında idi. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu.

    2) "Ay yarıldı, biz peygamberle beraberdik, iki parça oldu, bize şahid olun, şahid olun buyurdu." Buharî`de İbnü Abbas`tan yapılan bir nakil de şöyledir: "Peygamberin zamanında ay ikiye ayrıldı". Enes`ten de bir rivayet vardır. "Mekke halkı, kendilerine bir âyet gösterilmesini istediler. Peygamber de ayın yarılması mucizesini gösterdi, ay iki parçaya ayrıldı." Müslim`in ise İbnü Mes`ud`dan yaptığı r i vâyetler şöyledir:

    1) "Resulullah (s.a.v)`ın sözüyle ay iki parçaya bölündü. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu."

    2) "Biz Resulullah ile Mina`da bulunduğumuz sırada idi, ay ikiye ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da beri tarafında idi. Resulullah bize: "Şahid olun" buyurdu.

    3) "Resulullah`ın sözüyle ay iki kısma ayrıldı. Bir kısmını dağ örttü, bir kısmı da dağın üstünde idi. Resulullah "Allah`ım şahid ol" dedi. İbnü Ebî Adi rivâyetinde ise, "şahid olun,

    şahid olun" dediği nakledilir." Enes de şöyle der: "Mekkeliler Resulullah (s.a.v)`tan bir mucize göstermesini istediler, o da iki defa "ayın bölünmesi" mucizesini gösterdi." Diğer bir rivâyette ise, "merreteyn" iki kerre sözü, "firkateyn" iki parça olarak geçmektedir. Buharî` n in yaptığı gibi, Tirmizi de İbnü Mes`ud`dan şu hadisleri nakleder: "Biz Resulullah ile beraber Mina`daydık. Ay, iki parçaya bölündü. Bir parçası, dağın ötesinde bir parçası da, berisinde idi. Resulullah bize "şahid olun" dedi." Yani "Kıyamet saati yakl a ştı, ay (ikiye) yarıldı". Tirmizî`nin Enes`ten yaptığı nakil de şöyledir: "Mekkeliler Peygamber (s.a.v)`den bir mucize istediler. Bunun üzerine Mekke`de ay iki kere (merreteyn) yarıldı. İşte bu olaydan dolayı âyeti nazil oldu. İbnü Ömer`den de şu riv â yeti nakleder: "Resulullah`ın sözüyle ay yarıldı. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu." Tirmizî, Cübeyr b. Mutim`den de şu nakilde bulunur: "Peygamber`in sözüyle ay yarıldı, hatta iki parça oldu. Biri şu dağın üstünde diğeri de şu dağın üstünde idi. Bunun üz e rine, "Muhammed bizi büyüledi." dediler. Bir kısmı da, "Eğer bizi büyüledi ise herkesi de büyüleyemez ya!" dediler.

    Şifâ-i Şerif`de de Ebu Huzeyfeti`l-Erhabî`den şöyle bir rivayet nakledilir: Hz. Ali dedi ki; "Ay ikiye ayrıldı. O sırada biz Resulullah ile beraberdik."

    Yine "Şifâ"da ve Ahmed b. Hanbel`in Müsned`inde Esved rivayetiyle İbnü Mes`ud`un: "Hatta dağı, ayın iki parçası arasında gördüm." dediği nakledilir. Ayrıca Mesruk rivâyetiyle de İbnü Mes`ûd`dan şu nakledilir: "Kureyş kâfirleri "Ebu Kebşe`nin oğlu size büyü yaptı." dediler. İçlerinden birisi, "Eğer Muhammed, aya büyü yaptı ise, büyüsü bütün yeryüzündeki insanları tutacak değil ya! Diğer belde (şehir)lerden gelenlere sorun bakalım görmüşler mi? " dedi. Gelenlere sordular, onlar da aynı şekilde gördüklerini söylediler." Semerkandi`nin nakline göre; Ebu Cehil, "Bu bir sihirdir. Uzaklarda yaşayanlara haber gönderin gören olmuş mu bakalım?" dedi. Uzaklarda yaşayanlar da ayı yarılmış olarak gördüklerini haber verdiler.

    Yine de onlar, "Bu öteden beri süregelen bir sihirdir." dediler.

    İbnü Cesir, İbnü Ebî Hâtim ve Ebu Nuaym Delâil`de şu rivâyeti naklederler: "Huzeyfe Medâyin`de okuduğu bir hutbesinde demişti ki: "Uyanın Allah Teâlâ, "kıyamet saati yaklaştı, ay (ikiye) ayrıldı" buyuruyor. Evet kıyamet cidden yaklaştı ve peygamberimiz zamanında ay hakikaten ikiye ayrıldı. Dünya ayrılık ilan etmektedir. Haberiniz olsun ki bugün meydan yarın koşu vardır."

    Kısacası bu konuda hayli çok hadis mevcuttur. Bütün bunlar âyetin tefsiri hakkında zikredilmiş rivâyetlerdir. Özellikle İbnü Mes`ud ve İbnü Abbas`ın rivâyetlerindeki ifadeler, ayın yarılması mucizesinin mâzide olduğunu göstermektedir. Nitekim İbnü Mes`ud`un diğer bir ifadesinde beş şey geçmiştir. Bunlar "duhân (duman), lizâm (g e reklilik), batşe (şiddetli yakalama), kamer (ay) ve rum`dur. Enes`in rivâyetinde "iki defa" ifâdesi vardır. Alûsî`nin nakline göre Abd b. Humeyd, Hakim, İbn Merdûye ve Beyhakî İbnü Mes`ud`dan "Peygamber çıkmadan önce Mekke`de iken ay`ı iki kere ik i ye ayrılmış olarak gördüm." diye rivayet etmişlerdir. Bunun için Hâfız Ebu`l-Fadl Irâkî "Nazmu`s-siyer" adlı eserinde yarılmanın iki kere vuku bulduğu üzerinde İcmâ` bulunduğuna inanmış olarak, "İcmâ ile iki kere yarıldı." demiştir. Hafız İbnü Hacer de a y ın yarılması hakkında demiştir ki: "Peygamber (s.a.v) zamanında yarılmanın birden fazla olduğunu kesin olarak kabul eden hiçbir hadis âlimini tanımıyorum. "İcmâ ile" kaydı iki kereye değil, yarılmaya bağlı olmalıdır diyenin kasdı da, firkateyn "iki parça" demek olsa gerektir.> Aliyyu`l Kâri der ki: "İbnü Cevziyye bir kitabında şunları söylemiştir: "Merreteyn"den bazı kere fiiler, bazı kere de eşyanın kendisi kasdedilir. Ekseriya fiiller için kullanılmakla beraber "Resulullah zamanında ay iki defa yarı l dı." hadisinde olduğu gibi a`yânda dahi kullanılır ki, bu hadiste şıkkayn (iki yarım) ve filkateyn (iki parça) demektir. Bunu bilmeyenler, yarılmayı iki zamanda iki defa olmuş diye zannetmişlerdir. Halbuki şeyhim Irâkiye, yarılmanın bir kere olduğunu söy l edim bana cevap vermedi." Lakin Alûsî İbnü Mes`ûd rivâyetinde şakketeyn (iki parça) ve merreteyn (iki kere) denilmesi sebebiyle bunun

    fırkateyn (iki yarım) mânâsına olmasının uygun olmayacağını ifade ederek sözüne şöyle devam etmiştir. İbnü Mes`ud`un sözündeki "merreteyn" ifadesinin, görmekle alakalı olması daha uygundur. Buna göre mânâ, ikiye yarılma olmayıp, iki kere bakıp şüphesiz olarak görme demektir. Bizim ise bu konuda vardığımız sonuç şudur: Ayın yarılması hadisesi iki değil, bir keredir. Ancak bu i nşikâk (yarılma) esnasında ay, şimşek çakar gibi süratle iki defa ayrılıp kapanmıştır. Ve iki ayrılış esnasında da dağ, yani Hira, yahut Ebu Kubeys dağı ikiye ayrılan ayın arasından görülmüştür.

    Ayetin "Ay yarıldı" diye açıkça ifade ettiği hadislerde de bu şekilde meşhur olduğu halde, bir iki müfessirin buna mecâzî bir mânâ verdiği de söylenmiştir. Ebu`s-Suûd`un nakline göre: Osman b. Ata, babasının "ay kıyamet günü yarılacaktır" dediğini nakletmiştir. Nesefi gibi bazı tefsirciler de, bu rivâ y eti Hasan-ı Basrî`ye isnâd etmişlerdir. Gerçi mazi (geçmiş zaman)nin muzâri (gelecek zaman) mânâsına geldiği ve gerçekleşmesine işaret için gelecek zamanın mâzi sigasıyla ifade edildiği yerler Kur`ân`da pek çoktur. Lakin burada böyle bir te`vilin mânâsız o lacağı gösterilmiştir. Çünkü önündeki âyeti, bunu reddetmektedir. Fahru`d-dîn Râzî der ki: "Tefsircilerin hepsi bundan maksadın, "Ay ikiye ayrıldı, onda bölünme meydana geldi." demek olduğunu söylemişlerdir, nakledilen haberler de, yarılmanın meydana ge l diğine işaret etmektedir ve bu konudaki haberler de sahihtir." Ayrıca ashabtan bir cemaat da yaptıkları rivâyetlerde, "Resulullah (s.a.v)`tan bir mucize olarak ayı ikiye ayırması istendi, O da Rabbine dua etti. Bunun üzerine Allah da onu ikiye ayırdı ve t e krar eski haline döndü." demişlerdi. Bütün bunlara rağmen bazı tefsircilerin ortaya çıkıp bundan kasdın "yarılacaktır" demeleri, uzak bir ihtimaldir ve tamamen mânâsızdır. Çünkü onu kabul etmeyip imkansız gören felsefeci, mâzide de öyle görür istikbalde de, mümkün olduğunu kabul eden için de yoruma ihtiyaç yoktur. Ayın yarılması aslında mümkün olan şeylerdendir. Meydana gelişi, doğru bir haberle ifade edilince inanmamak için hiçbir sebeb yoktur. Mütevatir olan Kur`ân, onu isbât etmek için en kuvvetli del i l iken başkaca mütevatir haber aramaya da ihtiyaç yoktur. Olayın dışındaki tarihçi ve falcıların farkına varamamasından veya onu bir ay tutulması gibi görmelerinden dolayı yazıya geçirmemiş olmaları, söz konusu olayı inkarda onları haklı çıkaramayacağı gi b i, gök cisimlerinin, yarılma ve kapanması mümkün değildir,

    diyenlerin lakırtılarının da önemi yoktur. Boş ve mânâsız olduğu ortadadır." Ebu Hayyân da der ki: Sözünün mânâsını "Kıyamette ikiye bölünecektir" şeklinde zannedenlerin hilafına ümmetin ittifakı vardır ve onu (bölünecektir diyenlerin görüşünü) "Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve "Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür." derler (Kamer, 54/2) âyeti de reddetmektedir. Çünkü bu söz, ancak istenen bir mucizenin meydana gelmesi n den sonra münasip olur." Huzeyfe Medâin`deki hutbesinde: "Uyanık olunuz ki, kıyamet saati yaklaştı ve Peygamber zamanında ay hakikaten yarıldı." demişken, artık Hasan-ı Basrî`nin, "Saat geldiği vakit, ikinci sûra üfürüldükten sonra ay yarılacaktır." şekli n deki sözüne itibâr edilemeyeceği gibi, "Ayın yarılması ay doğduğu esnada karanlığın yarılmasından ibarettir ve mânâsı: "durum ortaya çıktı" demektir. Çünkü Araplar, açık olan şeyler için ayın, darb-ı mesel (atasözü) yaparlar. Nitekim karanlığın ortadan k alkmasından dolayı sabah vaktine felak (sabah aydınlığı) ismi verilmiştir ve infilâka (yarılmaya), bölünme denilir." diyenlerin sözüne de iltifat edilmez. Bunlar, bozuk görüşlerdir. Eğer müfessirler bunları zikretmemiş olsalardı o zaman ben bunlara hiç it i bar etmezdim. Hakikaten imandan ziyade inkara arzulu olanları memnun edecek gibi görünen bu son tevil, büsbütün bozuk bir safsatadır. Zira her dilde olduğu gibi Araplar`da da ay ile aydınlığın mesel olmuş bir münasebeti bulunduğu gizli bir şey değildir. A yrıca bir şeyin üzerine ayın doğması, açıklık ve meydana çıkmadan mecaz ve kinâye olabilirse de ayın yarılmasına, karanlığın yarılması düşüncesinden hareketle "ayın doğması" mânâsını vermek sonra da bundan açıklık aydınlık ve görünme mânâsına geçerek, ort a lığın aydınlandığı ve kıyametin yaklaştığı mânâsını anlamak pek aykırı bir düşünce olur. Evet sabahleyin karanlığın yarılmasına "fecr", "felak" ve "infilak" denilir. Çünkü sabah demek, o karanlığın yarılışı ve açılışı demektir. Fakat bundan dolayı güneşin doğmasına "inşikâk-ı şems" (güneşin yarılması) denilemeyeceği gibi, ayın doğmasına da "inşikâk-ı kamer" denilemez. Mecazda işitme şart değildir diye birisinin böyle bir mecaz düşünebileceği farz edilirse, o zaman Kur`ân`ı böyle aykırı mânâlardan uzak tutm a k lazım gelir. Hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, kıyametin yaklaşmasına yakışan mânâ ayın doğması ile ortalığın aydınlanması değil, ayın ayrılması ve gökteki cisimlerin de yıkılabileceğinin anlaşılmasıdır. Bu sebebledir ki ayın yarılması mucizesi, saatin za m ânâ olan yakınlığından çok, akla yakınlığını

    göstermiştir. Bu münasebetle şunu da söyleyelim ki: Hasan-ı Basrî ve Ata`ya isnad edilen mânâda bir yanlış anlama vardır. Onların, ayın kıyamette yarılacağını söylemeleri, geçmişte ayın yarılması olayını inkâr ettikleri şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki hakikat öyle değildir. Onlar, âyette açık ve haberde meşhur olan mâzideki ayın yarılması hadisesini inkâr etmiş değil, âyetin işaret ettiği diğer bir mânâyı açıklamış ve tefsir etmişlerdir. Yani meydana gelen ayın yarılması mucizesinden ileride ayın büsbütün yarılıp kıyametin kopacağı mânâsını anlamanın lüzumunu hatırlatmak istemişlerdir. Zira "kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı" denilince, ayın yarılmasının kıyamet alâmetlerinden olduğu anlaşılmış oluyor. Fakat P eygamber (s.a.v.) zamanında yarılmış olmakla, olduğu gibi kalacak mıdır? Yoksa bu yarılışından ileride vakti geldiği zaman, "Güneşle ay bir araya getirildiği zaman" (Kıyamet, 75/9) âyetine göre hepsinde yok olma sırrının ortaya çıkacağını anlatmak için mi bu âyet (Kamer, 54/1) zikredilmiştir? İşte Hasan ve Atâ "Ay, kıyamette yarılacaktır." demekle bu hususa işaret etmiş olmaktadırlar. Bu mânâ, zannedildiği gibi fiil-i mâzisinin muzâri mânâsına yorumlanması tarzında bir mecaz ile te`vili değil, maz i olan yarılmanın müstakbeldeki yarılmaya bir işâreti ve aynı zamanda "Kıyamet saati yaklaştı." cümlesinin bir ifadesidir. Bu şöyle demektir: Ayın yarılması, meydana gelmiş bir hadisedir. Mazide vuku bulan bu yarılma, ayın ve onun gibi olan gök cisimler i nin de yarılıp parçalanabileceğini ve bu suretle kâinattaki her şey hakkında Peygmaber (s.a.v)`in haber verdiği kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Binaenaleyh müşriklere, o saatin gelip çatması ile Peygamber`in zaferi de uzak değil, yaklaşmaktadı r denilmiştir. İşte bizim anladığımıza göre "ay yarılacaktır" denilmesinin mânâsı budur. Bu da, bütün müfessirlerin anladığı mânânın muhtevâsından başka bir şey değildir. Yoksa Hasan ile Ata ayın yarılması mucizesinin vukuundan haberdar olmamış veya rivâ y etleri reddetmiş, yahut âyetin ifade şeklinden habersizce mazi mânâsını ortadan kaldırmışlardır, demek için hiçbir delil yoktur. Ancak istikbaldeki yarılmaya işaret için böyle söylemişlerdir.

    Felsefe açısından meselenin münakaşası, kelâm ilminin konusudur. Fahru`ddin-i Râzî demiştir ki, "Felsefeci, (ayın yarılması hususunda) maziye de istikbale de karşı çıkar." Esasen mucizeleri tasavvur edemeyenlere karşı ilk yapılacak iş, Kur`ân`ın birçok yerinde yapıldığı gibi yaratılıştaki acaibliklere dikkat naza r larını çekmektir. Bunun için önce burada İbn Sinâ`nın bazı sözlerini nakledelim:

    İbnü Sînâ, "İşarât"ının sonunda adıyla mucize ve keramet gibi olağanüstü ve hayranlık uyandıran şeylerden bahseden "Onuncu ünite"de insan nefsinin fevkalâdelikle ilgili olan bazı hususiyetlerine, karakter ve kuvvetlerine, irfanına (kâinatın sırlarını bilmek kudretine) ve metafizik âleme dair işaretlerden sonra şu uyarıları yaparak der ki: "Belki sana ârifler (veliler) den alışılmamış türden birtakım haberler ulaşır se n de hemen yalanlamaya kalkışırsın. Mesela denilir ki bir ârif insanlar için yağmur duasına çıktı da, yağmur yağdı, yahut şifa dileğinde bulundu da şifa buldular, veya aleyhlerine dua etti de zelzeleye tutulup yere geçtiler, yahut başka bir şekilde helak e d ildiler, yahut lehlerine dua etti de üzerlerinden vebayı, hastalığı, sel ve tufanı bertaraf etti. Yahut bazılarına yırtıcı hayvanlar boyun eğdi, yahut bir kısmından kuşlar kaçmadı ve daha bunlar gibi açıkça imkansızlık derecesinde tutulmayacak şeyler duyd u ğun zaman birden bire inkara kalkışma da bekle, acele etme. Çünkü tabiatın sırlarında bu nevi olayların da sebebleri vardır. Belki ben sana bazılarını da hikaye ederim. Tabiat âleminde gayba dair işler, üç kaynaktan meydana gelir. Birincisi, daha önce zik r edilen nefsin karakterleri; ikincisi, dört unsurdan oluşan cisimlerin özellikleri ki mıknatısın kendine has olan kuvveti ile demiri çekmesi gibi. Üçüncüsü göksel kuvvetler ki, bu kuvvetlerle yer cisimlerinin konumlarına göre, özel tabiatları arasında yahu t onlarla insanların konumlarına göre özel tabiatları arasında bulunan bir ilgi, bir takım garip izlerin meydana gelmesine yol açar. Sihir, ilk kısma ait şeylerdendir. Belki mucizeler, kerametler ve neyrencât, (bir şeyi başka şeye çevirme) ikinci kısımdandır. Tılsımlar ise üçüncü kısma aittir. Sakın ukalalığın ve halktan farkın, münkirlikle her şeyden sıyrılıp çıkmak olmasın. O, bir beyinsizlik, hafiflik ve acizliktir. Sabit olan bir şeyi anlayamadığından dolayı yalanlamandaki hımbıllık (güçsüzlük), delili o lmayan bir şeyi tasdik edivermendeki hımbıllıktan aşağı değildir. Kulağına gelen haberin garipliği seni rahatsız etse bile onun imkânsız olduğuna delilin olmadıkça bekle, hemen yalanlama. Doğru olan, bu durumdaki haberler için delilin bulunmadıkça onların mümkün olabileceğini kabul etmektir. İyi bil ki, tabiatta nice acayib ve aktif halde bulunan üstün kuvvetlerle, etkilenen pasif kuvvetlerin birleşmesinde nice garip durumlar vardır. Birader! Sana hak kaynağından yayık döğdüm ve latif kelimeler içinde hik m et lokmaları ile ziyafet çektim. Sen, o gibi cahillerden, rezillerden, görgüsü ve alışkanlığı olmayıp,

    gönül eğlencesi koku arkasında dolaşmak olan kimselerden yahut şu feylesofluk taslayanların inkârcılarından ve sinek gibi bulaşık mızmızlarından uzak ol."

    Böyle dua ile deprem olabilmesi ve koleranın kalkabilmesini bile tabiat sırlarında imkansız görmeyen İbnü Sinâ maalesef, tabiat ilmi adına nazariyyesinde yanlış bir fikre saplanmış, gök ve göksel cisimleri, tabiatlarında doğrusal harekete bir meyil ilkesi bulunmayan, el ile dokunulmayan sırf örneği olmayan, maddesiz, basit bir cisim olarak düşünmüş ve bunun sonucu olarak da tabiatında doğrusal hareket ilkesi bulunmayan bir cismin yırtılma (yarılma) ve kapanma özelliğinin olamayacağını izah ederek b u büyük önerme ile şu neticeye varmıştır. Cüssesi büyük olan, yönleri sınırlayan ve kendisinde yalnız dairesel bir meyil ilkesi bulunan göğün cismi, yırtılmayı kabul etmez. İbnü Sinâ bunu söylerken delillere dayandığını da göstermiştir. Bu şekilde O, göğün, oluşum ve bozulma kabul etmediğini, onun tekvînî (madde ve suretin birleşimi) değil, ibdâî (maddesi ve örneği bulunmayan) bir cevher olduğunu söylemiş, sonra da yıldızların, taşıyıcıları olan feleklerin cisim olmadıklarını, bununla beraber dört unsurdan oluşmayan maddesiz bir cevher cinsinden olduklarını ifade etmiştir. İbnü Sinâ daha sonra da bu önermeye dayalı olarak mevcut olmayan cisimlerle mevcut olan cisimlerin yabancı bir şey gibi birbirlerinin içine giremiyeceklerini binaenaleyh, güneş, ay ve bü t ün yıldızların da basit (gayr-i mürekkeb) olmaları gerektiğini isbatlı bir şekilde göstermiş, sonra da rengi kabul edip görünür olmakla beraber kendilerine dokunulamayacağını da ilave etmiştir. Kısacası gök ve felekler sanki uzak gibi koparılması düşünüle m eyecek sade bir boyut suretinde saydam ve basit bir büyük cisim ve yıldızlar da ışık gibi görünen ve fakat dokunulması ve bölünmesi mümkün olmayan, maddesiz basit ibdaî cisimler şeklinde telakki edilerek ya heyûla (madde)larının başkalığından yahut maddel e rinin umumî tabiatı ile ayrılması mümkün olduğu halde, cisimlerinin tabiatlarından dolayı gök ve göksel cisimlerin yırtılma (yarılma) ve kapanmalarının tabiatıyla imkansız olduğu fizik felsefesinde delillendirilmiş gibi sayılmakla, zamanlarının ilmi adına bu felsefe ardından gidenler ayın tabiatına bakarak yarılmasını imkansız zannetmişlerdir.

    Ancak gerçekte bu, delil ile isbat edilmiş olmayıp söylediğimiz gibi tabiatında doğrusal harekete ilke olabilecek bir meyil bulunmadığını kabul eden bir önermeye dayandırılmıştır ki, bu önermenin yıldızları da içine almasında eski Batlamyos astronomi nazariyelerinin tesiri vardır. Haydi uzay gibi hiç ölçüsü ve

    ağırlığı olmadığından dolayı harekete asla meyli olmayan basit, bölünmeyen sade bir "Etendu" (boyut) suretinde bir cisim tasavvur olunsun, fakat herhangi bir cisimde dairesel hareket ilkesi olan meyil kabul edildikten sonra doğrusal hareket ilkesi olan meylin imkansızlığını iddia eden bir konu bize tenakuz gibi gelmektedir. Çünkü doğrusal veya dairesel olmak hareket kavramının cevheri ile ilgili olmayıp, sıfatı ile ilgili bir durumdur. Birinin mümkün olabildiği bir yerde, diğeri de mümkündür. İki hareketten birisine mâni olan durumun, hareketin kendisinden değil başka bir engelden olduğunu düşünmek gerekir. B u rada Kelâmcıların münakaşalarını izah edecek değiliz. Ancak şunu da söyleyelim ki bu feylesofların yıldızları, taşıyıcıları olan yörüngelerle beraber hareket ettirebilmek için maddesiz cisimlerden saymaları da doğru değildir. Onlar da yer yüzü gibi maddî c isimlerden oluşturulmuştur. Dolayısıyla oluşum ve bozulmayı kabul ederler. Zamanımızın fenni ve felsefî anlayışları da böyledir. Hatta bugün kabul edilen görüşe göre arz güneşten ayrılmış olduğu gibi, ay da arzdan ayrılmıştır. Buna göre de mâzide meyda n a gelmiş bir hadise olarak doğrudur. Felsefeci isterse âyete bu anlamı verebilir. Fakat bu mânâyı verirken gerek ayın yarılması mucizesini ve gerek kıyametin kopmasıyla ileride ayın yarılabileceğini imkansız saymağa hakkı olmadığını da itiraf etmesi gereki r.

    Bugünkü fen, ayı bir gök cismi kabul etmediği gibi yarılabilme kabiliyyetini de inkâr etmez. Ancak yarılması için tatbik edilmesi lazım gelen kuvveti veya kudreti tayin edebilmek bir mesele teşkil eder. Yoksa gerek içinden bir parçalanma ve gerek dışından bir cereyan, bir dalga bir çarpışmanın farzedilmesiyle parçalanması düşünülebileceği gibi bir nevi elastikiyyet veya tazyikin farzedilmesiyle açılıp kapanmasını düşünmek de mümkündür. Burada söz konusu olan müessir (tesir eden) ise Allah Teâlâ`nın kudret ve iradesidir. Nitekim "Allah`ın izni olmadan hiçbir Peygamber için mucize getirme imkanı yoktur." (Ra`d, 13/38) âyeti de bunu ifade etmektedir. Necm Sûresi`ndeki "müthiş kuvvetlerin" öğretilmesi ile "doğrulma"dan sonra "İki yay kadar yahu t daha yakın oldu." (Necm, 53/9) âyetinde ifade edilen sarkma sonucu mucizelerin görünmesiyle ortaya çıkan aklî ve hissî yakınlık, Kamer Sûresi`nde irade yakınlığı ile tecelli etmiş ve Resulullah (s.a.v)`ın arzusu üzerine ayın yarılması ile ilgili ilâhî ir a de ortaya çıkmıştır.

    Şeyh Muhyiddin-i A`râbî "Fütuhât"ının üçyüz otuzuncu bâbında Hz. Muhammediyeden ayın menzillerini bilme hakkında rûhânî bir ifade ile şöyle der: "(Ey okuyucu!) Allah seni tarafından bir kuvvet ile güçlendirsin, bilki: Ay, hilâl

    il e bedir arasında ışığın fazla ve noksan bulunması haliyle görünen ara bir makamdır. Görülünce hayret ifadesi olarak "aay!" diye, sesler yükseldiği için hilâl denilmiştir. Görenin gözüne ışığın, dolunay halinde görünmesine de "bedr" denilir. Ayın, hilâl il e bedir arasının dışında başka bir menzili yoktur. Ancak ay ile gözler arasına perde olan güneş ışınları altında gözlerin idrakinden uzak kalan dolunay haline "mihâk" denir. O vakit, ayın güneşe gelen yüzünde, tıpkı bize doğru olduğu zamanki dolunay hali v a rdır. Güneşin görünmediği yüzü de mihaktır. Bu iki makam arasında da, bir yüzünde ışık göründüğü kadar diğer yüzünden eksilir ve bir yüzünden eksildiği kadar da diğer yüzünde ışık görünür. Bu ise, yörünge çizgisinin eğik olmasındandır. Demek ki o, hem dai m a dolunay, hem daima görünmez olur. Bu da, Allah Teâlâ`nın veli kullarına bildirmeyi istediği bir sır içindir. Onlara fiilen bu meseli zikretmiştir ki, bundan ibret alıp ayın yaratılış sebebini anlasınlar. Yani varlığının şekli, ve göründüğü mertebelerin t efsirine göre hallerinin değişmesi sebebiyle olgun insanı tanıma ve Allah`ı bilme gayesine ersinler. Allah Teâlâ "Ay için bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik." (Yâsin, 36/39) buyurdu da buna ne bedir, ne de hilâl ismini vermedi. Çünkü ayın bu iki durumdan (hilâl-bedr) başka menzili yoktur. Menziller tabiri, ancak ay hakkında doğru olur. Yaklaşma ve sarkma dereceleri de ay içindir. Gayb âlemine giriş ve şehadet âlemine çıkışta ışığın artması ve eksilmesi ona ait bir özelliktir. Sonra Allah Te â lâ ayı, kâmil (olgun) insanın İlâhî suret ile ortaya çıkışı için yarılma ile vasıflandırdı. Böylece kâmil insanın ortaya çıkışı, ayın yarılması demek oldu. Onun için kâmil insanın ortaya çıkışı ayın iki parça üzere yarılmasının ortaya çıkması gibi iki emi r üzerine gerçekleşti. Sahabilerden rivayet edildi ki, Resulullah`ın sözü üzerine ay ikiye yarıldı. Araplar`dan bir cemaat, peygamberin hak Peygamber olduğuna dair kendilerine bir mucize gösterilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine ay ikiye yarıldı da Resulu l lah (s.a.v) orda hazır bulunanlara "şahid olun" dedi. Allah Teâlâ da "kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." buyurdu. Fakat bu âyette Allah, istenen yarılma mucizesini mi kasdetti? Bu bilinmiyor.> Mamafih âyetten anlaşılan odur. Çünkü yarılmayı ifade ede n kelâmın ardından "Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve `Eskiden beri süregelen bir büyüdür.` derler." (Kamer, 54/2) buyurulmuştur. Gerçekten onlar ayın yarılması mucizesini gördükleri vakit öyle söylemişlerdi.

    Ve onun için Resulullah ( s.a.v) orada hazır bulunanlara "şahid olun" demişti. Çünkü onların meydana gelmesini istedikleri şey, gerçekleşmişti. Bununla beraber onlara göre gerçek olan ancak görünür olandır, meydana gelen o husus bizzat kendinde mi yoksa bakanın bakışında mı gerçe k leşmiştir? Çünkü o ihtimal, ancak ayın, kendisinde de gözle görülen yarılmanın olduğunu haber verdiği zaman, haber verenin sözü üzerine artık tartışma konusu yapılmayacaktır. Halbuki haber verenin sözü münakaşa konusudur. (Yani sihir diyenlerin bakış açıl a rı budur. Onlar ayın, açıkça kendilerine gösterilmesinden başka bir şeye inanmıyorlar.) İstedikleri mucize meydana geldiği zaman yaptıkları itirazın, kendilerinden ortaya çıkmamasını isteklerinde şart da koşmamışlardı. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v)`e kendi sinden istenenden fazlası da gerekmez. (Yani mucizeyi gösterdikten sonra zorlayıcı bir surette inandırmak, Peygamber`in vazifesi değildir. Hatta isteklerinde onlar bunu şart koşmuş olsalardı yine lazım gelmezdi. Çünkü inanmaya zorlayan mucize, peygamberle r in geliş hikmetlerine terstir. Yoksa bazı rivâyetlerde zikredildiği gibi onlar ay yarıldığı takdirde iman edeceklerini vaad etmekle, itiraz etmeyeceklerine de söz vermişlerdi. Fakat kendi hislerine, görüşlerine inanmadılar, başka bölgelerden gelecek haber l ere işi havale ettiler.) Sonra başka yerlerden insanlar geldi, o gece meydana

    gelen ayın yarılması olayını haber veriyorlardı. Onun için de Allah Teâlâ Onların "Süregelen bir sihir" dediklerini hikaye etti, sonra da "Her iş yerini bulacaktır." (Kamer, 54/3) buyurdu. Böylece o iş de meydana gelmiş oldu. Kısacası: Ay, berzahiyyu`l-mertebe (yani iki mertebe arası) olmasa idi, ne hilâl ve bedr (dolunay) halini ne de fenâ ve gizlenmeyi kabul etmezdi. Demek ki, öteden beri süregelen sihir de: "Her iş b i r gayeye bağlıdır." hükmüne dahildir. İşte bu, hakka karşı çıkma ve kesin bir bilgiden uzak kalmanın sonucudur. "İşte onların erişebilecekleri bilgi budur..." (Necm, 53/30) denilmek suretiyle de bunun bir ilim olduğu tesbit edilmiştir. Şeyh`in bu sözleri n den bazıları, yanlış bir fikre kapılarak, ayın yarılması mucizesi hakkında onun, "ayın aslında yarılmasının gerekli olmayıp bakanların gözlerine öyle gösterilmiş olmasının yeterli olduğunu söylediğini" zannetmişlerdir. Halbuki böyle demek, Şeyh`i sihir di y enlerin sözlerine iştirak etmiş farzetmektir. Bu ise, Şeyh`in şânına yakışmaz. Zamanımızda basılan en güzel eserlerden "Maddiyyun Mezhebinin İzmihlâli" adlı kitabında İsmail Fenni Bey mu`cizata dair verdiği son derece faydalı bilgiler sırasında, Şeyh`in b u sözlerine de temas ederek şöyle bir mütalaada bulunmuştur:

    Muhyiddin-i Arâbî, ayın yarılmasının, bakan kimsenin bakışında meydana gelme ihtimalini ortadan kaldırmadığını beyan ediyor, şu halde ona göre bu mucizenin yalnız insanların bakışlarında vuku bulmuş olması da muhtemeldir. Gerçekte buna karşı, o halde müşriklerin ona sihir demekte haklı olmaları gerekir denilerek itiraz edilebilirse de bu itiraza cevap vermek mümkündür. Denilebilir ki, ayın yarılmasının yalnız insanların bakışlarında meydana gelmiş olması, onun hakiki bir mucize olmasına mâni değildir. Çünkü buna benzer bir sihrin vukuu, ne görülmüş ne de işitilmiştir. Sihirbazların bazı hayaller gösterdikleri rivayet edilirse de bu hayalleri öyle gök cisimlerini içine alacak seviyeye ulaştır a n ve fiilen mevcud ay`ı, bulunduğu hâlin dışında gösteren bir sihirbazı hiç kimse işitmemiştir ilh..."

    Böyle bir cevap hiç de doğru olmaz. İtiraf etmek gerekir ki, gerek sözde, gerek fiilde olsun vuku bulmamış bir şeyi, olmuş gibi göstermek, büyük bir hüner de sayılsa, yine de gerçeğe uymayan bir yalan ve bir aldatmadan başka bir şey değildir. Nübüvvet makamının kutsal kudretini, böylesi kusur ve noksanlıklardan uzak tutmak gerekir. Sihir diyenlerin maksadı da, onun gerçekte olmayıp yalnızca gözlere s u nulan bir görüntüden ibaret olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir.> Şeyh`in anlattığı da budur. O, sözlerinin tamamında ayın yarılmasını bir vâkıa olarak anlatmıştır. Bununla beraber onlara göre gerçek, ancak açıkça görülendir. O olay ayın bizzat kendisinde mi? Yoksa bakan kimsenin bakışında mıdır? Bu ihtimal ancak haber verenin sözüyle ortadan kalkacaktır. Haber verenin sözü ise, tartışma konusudur, şeklindeki sözünden maksat da, sihir diyenlerin bakış açılarındaki berzehiyyeti anlatmaktır.

    Z amirler, onlara râcî; ihtimal, onların kendi hislerindeki şüpheleri haber vermektedir. Tartışmaya giren yine onlardır. "Onların erişebilecekleri bilgi budur." ifadesi de onlar hakkındadır. Onun için Şeyh o sözlerinin arkasından şu hatırlatmayı yapar: "Yine bil ki, bakış ve varsayım, sır ve nurlardan ortaya çıkan ilimlerdendir. Nur da, göz ve görmek içindir. O yüzden Allah Teâlâ bu makamı zikrettiğinde "Ey akıl sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) buyurdu. Yani gözün nuruyla idrak ettiği, görülebilen şey l er ve hükümlerinden size verdiğini, basiret (kalb) gözleriyle idrak

    edeceğiniz görüntü veya fikre geçiniz ki o, en kuvvetli ve en mükemmel görüştür. Fikir, o yüksek mertebeden aşağıda bulunan en aşağı görüntüdür. İkisi de açık olandan gizli ve bâtın olana doğru gider. Bunlar, "Sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır." (Yunus, 10/6) âyetindeki müttakiler olduğu gibi "Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (Ra`d, 13/3) âyetinde yer alan mütefekkirlerdir. Müttakiye A llah ilim öğretir yetiştirir. Onun için onun ilmine şek ve şüphe girmez. Mütefekkir ise, kendisinde bulunan kabiliyyetlerin gücüne göre ilim elde eder. Onun için o, bazen isabet, bazen de hata edebilir. İsabet ettiği takdirde de yollar çeşitli olduğu için o isabeti ifade eden kuvvet ile kendisine şüphe girmesi de mümkün olur. Kısaca müttaki, basiret (sezgi) sahibidir. Mütefekkir ise basar (görme) ile basiret arasındadır."Basar" ile kalmaz, saf basirete de varamaz." İsmail Fenni Ertuğrul da sözünün sonunda hiss-i takvası ile basiretine sahip olarak şu sağlam hakikatleri hatırlatır: "Muhyiddin-i Arâbi, (k.s.) hem âlimlerin hem şeyhlerin büyüklerinden hem de müfessirlerden olduğu için kendisinin ayın yarılması mucizesini, bakışlarda meydana gelme ihtimali olan bir hadise olarak görmesinde şüpheciler, kendi düşüncelerine uygun bir izah tarzı bulabilirler. Lakin Allah`a şükür biz bu şekilde düşünenlerden değiliz. Allah`ın kudretinin her şeye yettiğine ve tabiat kanunlarının "ol!" emrinin neticesinden başka bir ş ey olmadığına ve Kur`ân`ın sırf hakikatleri ihtiva eden bir kitab olduğuna imanımız vardır. Madem Kur`ân`da ay yarıldı buyurulmuştur, âlimlerin büyük çoğunluğu ve müfessirler bu yarılmanın kıyamette meydana geleceği hakkında Osman b. Atâ`nın babasından ya p mış olduğu rivayeti, daha önce geçen sahabilerin rivâyetleriyle, ayrıca "Bir mucize görseler yüz çevirirler ve: `Sürekli bir sihirdir` derler." âyetinin açık delaletiyle reddederek, ayın yarılmasının Hz. Peygamber zamanında mucize olarak vuku bulduğu n u icma ile kabul etmişlerdir. Biz artık bunun bizzat meydana gelmiş olduğu hususunda asla şüphe etmez ve niteliğini ancak Allah ve Resulü`ne havale ederiz. Böyle bir olayın dünyanın her yerinde görülmesi lazım geleceği yolunda ortaya atılmak istenen itir a zın dahi bize göre şüpheyi gerektirecek bir tarafı yoktur. Zira ayın yarılmasını etrafta bulunanlar da görmüşler ve bunu bizzat ifade etmişlerdir. Gerçi ufukların farklı oluşu, ayın bulutlarla kaplı oluşu, geceleyin insanların çoğunun evlerinde bulunmaları ve herkesin göğü gözetlemekle meşgul olmaması gibi sebeblerden dolayı bunu, tabiatiyla bütün âlem göremezse de, elbette diğer yerlerde de görenler olmuştur. Ancak o cehâlet döneminde hüküm süren bilgisizliğe dayalı olarak söz konusu hadisenin sihirbaz,

    ci n ve şeytanların işleri gibi gösterilerek yazıya geçirilmemiş olması da muhtemeldir. Tabii kanunların mucizeleri olarak izaha çalışmak bu tarz mucizeleri olağanüstü durumdan çıkarıp sıradan işler derecesine sokmağa kalkışmak demektir. Halbuki akıl, bu gi b i mucizelerin mahiyetlerini idrak etmekten acizdir. Böyle olmakla birlikte onu selâhiyyet dairesinin dışında kullanmak pek korkunç hatalara sebebiyet verir." Şerh-i Mevâkıf`da Seyyid-i şerif Cürcânî, ayın yarılması mucizesinin mütevatir olduğunu söylemişt i r. İbn Hâcib`in muhtasar şerhinde Sübkî de bu görüşü tercih ederek der ki: "Doğrusu, ayın yarılması olayı mütevatirdir. Kur`ân`da delili mevcuttur. Buharî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında muhtelif tariklerden gelen rivayetler bulunmaktadır. Öyle k i mütevatir olduğunda hiç şüphe yoktur." Mütevatir olduğunu gösteren Kur`ân âyet-i âyetidir. Hadislerin de bu âyetin tefsiriyle ilgili olduğu düşünülürse bütün bunlara bakarak tevatürün, manevî tevatür boyutuna ulaştığı görülür. Bununla beraber, Ay`ın y arılması olayını ifade eden âyetin, mücmel ve mütevatir derecesine çıkaran hadislerin de tefsir mahiyetinde olduğu göz önünde tutulursa, hadiseyi değişik yorumlayan ve tafsilatını inkâr eden kimseyi tekfir etmek doğru olmaz. Çünkü dinden çıkarmak çok öne m li bir iş olduğu için, ihtiyatlı davranmak lazım gelir.

    Evet saat yaklaşıp ay yarıldığı halde hâlâ bir mucize görseler yüz çevirirler. Olacak, olmadan akıllanmıyorlar, akibeti düşünmüyorlar. İbret almak istemiyorlar da her gördükleri mucizeden yüz çeviriyorlar. Ve süregelen bir sihir diyorlar. Bu cümleden anlaşıldığına göre burada âyet, hayret verici alamet, yani olağanüstü durum ve mucize mânâsınadır. Bununla beraber şu da bir kâidedir ki, şart cümlesinde yer alan nekreler, olumsuz cümlelerdek i nekreler gibi umumî mânâ ifade ederler. Binaenaleyh, buradaki "âyet" söz konusu kâideye göre, herhangi bir mucize mânâsına gelip, her türlü mucizeyi içine almaktadır. Yani hiçbir âyeti, hiçbir delili ve hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da "öte d en beri süregelen bir sihir" deyip geçiyorlar. yette geçen "müstemirr" kelimesine de bir kaç mânâ verilmiştir. Birisi bilindiği gibi yeniden yeniye cereyan eden ve ard arda gelen demektir. İkincisi de gelip geçici anlamındadır ki, Buharî`de bu mânâ nakle d ilmiştir. Bu iki mânâ da "mürûr" mastarından türemiştir. Bir de "mirre"den türemiş olarak kuvvet ve sağlam anlamı verilmiştir ki bunun da Ebu`l-liye ve Dahhâk`tan nakledildiği söylenir. Bu mânâ, verilen ilk mânânın lazımı olarak da düşünülebilir. Sihir t abirine yakışan, gelip geçici mânâsını vermektir. yet ve mucizelerin peşpeşe ve birbirini takip etmesine yakışan da, kuvvet ve devamlılık

    ifade eden mânâdır. Binaenaleyh bu mânâların hepsinin yeri vardır. Yukarıda geçtiği üzere ayın yarıldığını gördükleri vakit bu, Ebu Kebşe`nin oğlunun sihri, bakalım etraftan gelecek yolculara soralım dediler. Gelenler de gördüklerini söyleyince o zaman da bunun süregelen bir sihir olduğunu söylediler, şeklinde rivayet edildiğine göre burada kuvvetli ve devamlı mânâsının kasdedilmiş olduğu gerekir. Halbuki sihir, her ne suretle de olsa bâtıl olacağından onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.

    54/3 Ve tekzib ettiler. Peygamber (s.a.v)`i ve getirdiği haberleri ve gösterdiği delil ve mucizeleri yalana nisbet edip inkar ettiler. Fakat bir şey bildiklerinden yahut bir delile dayandıklarından değil de arzularına uydular yani keyiflerine ve nefislerinin isteklerine tâbi oldukları için yalanladılar. Vuku bulan hadisedeki ge r çeğin gereğini hesaba katmadılar. Halbuki her iş, müstakirrdir. Yani Peygamber (s.a.v)`in işi, zannettikleri gibi gelip geçici değildir. Onun her işi, Allah Teâlâ`nın ilim ve takdirine göredir ve ona doğru gitmektedir. Hepsinin varıp karar kılacağı bir gaye ve sonuç vardır ki, hakikatı o zaman ortaya çıkar. Peygamber (s.a.v)`in işlerinin hakikat ve yüceliği, onların arzularının mahiyeti ve uğursuzluğu,



    54/4.Allah`ın yanında belli olduğu gibi saati gelince ortaya çıkacaktır. Şüphesiz onlara önemli haberlerden öylesi de geldi ki, yani geçen ümmetlerin halleri veya ahiretle ilgili haberlerden Kur`ân`da öyle mühimleri geldi ki onda vazgeçirecek tehdit, sakındıracak öğüt, yahut sakınılması gereken acı sonuçlar vardır.

    54/5. Müzdecer, mimli mastar ya da mekân ismi olabilir (bunlar) üstün bir hikmettir.

    Hikmet-i Bâliğa, kuvvet ve gayeye isabet etme bakımından en yüksek dereceye ulaşmış hikmet demek olup, "mâ"dan veya "müzdecer"den bedeldir, yahut hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir. Yan i üstün bir hikmet olan tehdidler ve haberlerle Kur`ân geldi. Yahut bunların hepsi, durumun bu şekilde cereyan etmesi, üstün bir hikmettir. Demek ki o uyarılar fayda vermiyor.

    54/6. O halde sen de onlardan, yani o arzularının peşinde giden inkârcılardan yüz çevir, boş yere onlarla mücadele etme de yaklaşmakta olan kıyamet saatine bak. O gün ki, davetçi davet edecektir. Buradaki "yevm" (gün) yaklaşmakta olduğu zikredilen saati beyan etmektedir. Bu "yevm" takdir edilen zikre bağlı olabilirse de, aş a ğıda gelecek olan fiiline bağlı olması daha uygundur. Kıyamet günü onlardan yüz çevir, şefaat etme mânâsına

    fiiline bağlanmasını caiz görenler varsa da, üzerine vakf-ı lazım işaretinin konulmuş olması bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Meşhur görüşe göre buradaki davetci İsrâfil`dir. Başka bir melek olduğu da söylenmiştir. Ebu`s-Sûud da, "yette geçen davetten maksat, "Ol` der, o da oluverir." ayetindeki emir kabilinden olabilir." diyor. Buna göre çağıran Allah Teâlâ`dır. Yani O çağırıcı münkere, benzeri görülmedik müthiş bir şeye; hesaba, haşre veya haşr için neşre, çağıracağı gün

    54/7. gözleri huşu` içinde, yani olayın dehşetinden gözler korku ve saygı ile düşkün bir halde kabirlerden çıkacaklar. Sanki yayılmış çekirge sürüsü gibi. O çağıran davetciye doğru fırlayacaklar,

    54/8. diyecek ki o kâfirler, bu çok zorlu bir gün. Bu ifadeden müminler için öyle olmayacağı anlaşılıyor.

    54/9. Onlardan önce Nuh`un kavmi yalanladı. Yani o yalanlama fiilini ya Muhammed! Senin kavmin den önce Nuh kavmi yaptı, Allah`ın Peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki o kulumuza yalan isnad ettiler ve mecnûn (cinlenmiş delirmiş) dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü. "Ey Nu h! (bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşa tutulanlardan olacaksın." (Şuarâ, 26/116) diye vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit ediliyordu.

    54/10. O da Rabbine dua etti. Şöyle ki: Ben mağlubum artık sen öcünü al.

    54/11. Biz de dökülen bi r su ile göğün kapılarını açtık. Çoğunluğun beyanına göre "su ile göğün kapılarını açmak" ifadesi bir istiare-i temsiliyyedir. Bulutlardan suyun boşalması, kuvvetli bir sel ile göğün kapılarının açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına benzetilmiştir.

    54/12. Yeri de kaynaklar halinde coşturduk derken su birleşti. "mâân", iki su denilmeyip müfred olarak şeklinde zikredilmesi, esas itibarıyla ikisinin bir su olduğuna işaret için olsa gerektir. Müfessirler söz konusu kelimenin müfredliği konusunda diyorlar ki, bundan maksat, iki suyun birleşmesinin mücâveret (yan yana bulunma) yoluyla değil, birbirine karışma ve birleşme suretiyle olduğunu göstermek içindir. Ezelde takdir edilmiş bir emre binâen ki bu da, indirilen suyun yerden çıkarılan kadar o l ması kanunudur. Yahut ezelde takdir edilmiş bir iş üzerine ki bu da, Nuh kavminin tufan ile helak edilmesi işidir.

    54/13. Onu ise yükledik, tahtalı ve çivili bir şeye bindirdik.

    "Elvâh" levh kelimesinin çoğuludur. Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan şeye denir. Düsür de, disâr`ın çoğuludur. Disâr, geminin tahtalarını birbirine bağladıkları bağ, kenet, perçin (çivi) veya halata denir. Zât-ı elvâh ve düsur`dan maksat, gemidir. Tarif için bir nevi sıfat isim yerine konulmuştur. Yani bir takım tahtaların birbirlerine özel bir biçimde kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye bindirdik.

    O tahtalardan yapılmış gemi bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu. "Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında, onlarla birlikte yüzüp gidiyordu..." (Yusuf,11/42) âyeti gereğince dağlar gibi dalgalar içinde Allah`ın görüp gözetmesiyle yani doğrudan doğru koruması altında akıp gidiyordu.

    54/14. O küfredilmiş, değeri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zata, yani Nuh (a.s)`a mükafat için, ki onu yalanlayanlar boğulurken O, Allah`ın koruması altında bulunuyordu.

    54/15. Şüphesiz biz onu, yani gemiyi bir mucize olarak bıraktık. Bu âyetin tefsiriyle ilgili Katâde`den, "Hz. Nuh`un gemisinin enkazı Cudi Dağı`nda kaldı, hatta önceki ümmetler onu gördü." şeklinde bir rivayet vardır. Ancak bu rivâyette kasdedilen bizzat o geminin kalmış olması değil, mutlaka onu hatırlatacak bir gemi cinsinin olduğunu göstermektir. Çünkü bunun ibret alma ve düşünme alanı daha geniş ve daha umûmidir. Böyle olunca da şu kınam a nın faydası daha açık anlaşılmaktadır. Fakat hani düşünen? kelimesinin aslı zikr`dendir. İftiâl bâbından ism-i fâili gelir. Müzdecerde olduğu gibi, tâ, dâl`a kalbedilmiş sonra da zâl, dâl`a idgâm edilmiştir. Böylece mütezekkir gibi, düşünen mânâsını ifade etmektedir. Yani her gemiyi gören veya duyan kimsenin düşünmesi gerekirken, düşünen mi vardır? demektir.

    54/16. *} Ki nasılmış azabım ve uyarılarım? Bu istifhâm (soru) korkutma, hayret ve dehşet içindir.

    54/17. Şüphesiz Kur`ân`ı da kolaylaştırdık, yahut kolaylıkla ihsan ettik. Düşünülmek için fakat hani düşünen? Buradaki âyeti, bu sûrenin tekrar eden âyetidir ki, her kıssanın sonunda "Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir." (Kamer, 54/4) âyetini hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil olarak söz dinleyip, düşünüp ibret alması gerektiğini anlatmıştır.

    54/18. d yalanladı, burada anlatılacak kıssanın müstakil bir kıssa olduğunu göstermek için atıf yapılmamıştır. Yalanladı da, azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Bu istifhâm önceki gibi korkutmak için değil, söylenecek söze dikkatleri çekmek içindir.

    19. Çünkü biz onların üzerine bir

    sarsar rüzgarı gönderdik. Sarsar, soğuk veya gürültülü bir fırtına demektir. Uğursuzluğu devamlı bir günde ki uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azab gördüler. Bazı astrologların (yıldız âlimlerinin) zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve h e r şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.

    20. O insanları yoluyordu, yani çekip koparıp alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş hurma kütükleri gibidirler d, iri bedenli bir kavim olduğu için başları koparılıp yere serildikçe bu teşbihe konu oluyorlardı.

    21. O halde azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu istifham da korkutma ve hayret içindir.

    22. Şüphesiz Kur`ân`ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen.

    23. Semûd kavmi de uyarıları yalanladı, burada nüzür, uyarma ve nasihat mânâsına nezîr`in çoğulu olabileceği gibi münzir, yani peygamberler mânâsına da gelebilir. Fahr-i Râzî konuyla ilgili şöyle bir mütalaada bulunup demiştir ki; "Allah Teâlâ, bu sûrede beş kıssa zikretmiş ve orta dere c ede bir kıssayı en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Çünkü Sâlih (a.s)`in durumu, Hz. Muhammed (s.a.v)`in durumuna daha çok benzemektedir. Ayrıca onun getirdiği mucize diğer peygamberlerin getirdiği mucizelerden daha hayret vericidir. Gerci İsa (a.s) ölüy ü diriltmiştir. Lakin ölü, canlılığın mekanı idi. Demek ki o, Allah`ın izniyle hayatı, mümkün olan bir yerde isbat etmişti. Musa (a.s)`ın da asâsı ejderha oldu demek ki Allah Teâlâ, bir odunda hayat ispat etmiştir. Lakin odun, nebattır. Nebatta da hayvanda k ine benzer bir büyüme kuvveti vardır. Bu, diğerinden daha enteresandır. Sâlih (a.s)`ın elinde görülen mucize ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemâddır. Hayata da nemâya (büyümeye) da onda imkan yoktur. Demek ki bu daha çok hayret vericidir. Hz. Peygamber (s.a.v) ise hepsinden daha üstününü getirdi ki, o da göksel bir cisimde yaptığı tasarruftur. Müşrikler diyorlardı ki: "Göğe kimse ulaşamaz. Onun yarılması ve kapanmasına imkan yoktur. Arz, maddeleri bitişik cisimler olup, her biri diğerinin suretini kabul edebilirse de gök onu kabul etmez". Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)`in getirdiği mucize Sâlih (a.s)`in enteresan olan mucizesinden daha enteresan daha beliğ ve devamlıdır."

    24. Yalanladılar da dediler ki: bizden bir beşere, bir kişiye mi tâbi olacağız? Önce demekle bir beşere uymayı kabul etmek istemediler, melek ister gibi göründüler, sonra bizden demekle kendilerinden ve

    kendi içlerinden olan bir beşere tâbi olmak istemediklerini anlatmış oldular. Bunun tersi, kendilerinden olmayıp da dışardan bir insan olsa ona uyabileceklerini gösterir ki bu hal genellikle, istiklâle layık olmayan kavimlerin ruh hallerini gözler önüne sermektedir. Yani onlar kendi aralarında kıskançlıkla geçimsizlik yaparlar da, bir yabancının başlarına geçmesini mem n uniyetle karşılayarak esârete doğru giderler. Daha sonra da diyerek kendi içlerinden bir ferde uymayı kabul etmezler. Ancak bu bir ferd değil de cemiyet olmuş olsa o zaman tâbi olabileceklerini ifade etmiş bulunurlar. Onun için olmalı ki içlerinde "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar..." (Neml, 27/48) âyetinin mânâsı vâki olmuştu. Halbuki gerçekte bir cemiyetin teşekkül edebilmesi de bir kişinin başkanlığı altında birlik kanununa tâbidir. Ancak onlar kendilerinden b i r beşere uymayı istemiyorlar da diyorlar ki, her halde biz o zaman muhakkak bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Yahut o surette yolumuzu kaybetmiş ve ateşler içine düşmüş bulunuruz. Sâlih (a.s) onlara Allah`ın emrini dinlemedikleri takdir d e sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanacaklarını söylediği için, onlar da böyle reddediyorlardı. Yani asıl sana uyarsak şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş oluruz diyorlardı.

    25. O zikir, yani vahiy aramızdan ona mı bırakılıyor? Biz de onun gibi bir ferd bir beşer değil miyiz? Yahut içimizde ondan daha layıkı yok mu? Hayır o bir mağrur, şımarık, şımarıklılıkla üstümüze çıkmak isteyen bir yalancıdır. İşte bu derece yalan isnad etmek suretiyle onu yalanladılar.

    26. Yarın, yani azabı görecekleri gün bileceklerdir ki kimmiş o kezzâb-ı eşir, yani hakka inanmayan şımarık yalancı.

    27. Çünkü biz onlara imtihan için nâkayı salacağız. Nâka, dişi deve demektir. Şuarâ Sûresi`nde geçtiği gibi, "Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir". (Şuarâ, 26/154) diye Sâlih (a.s)`den âyet, yani peygamberliğine delil olabilecek mucize istemeleri üzerine, birkaç sûrede geçtiği şekilde işte size bir dişi deve, bir âyet olmak üzere Allah`ın devesi "İşte o da, size bir mucize olarak Allah`ın şu devesidir. Onu bırakın. Allah`ın yer yüzünde yesin (içsin) sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar." (A`râf, 7/73) denilmişti. Bu dişi devenin nereden ve nasıl çıktığı Kur`ân`da açıkca izah edilmiş değildir. Ancak "Allah`ın devesi."

    şeklinde ifade edilmiştir. Lakin haberlerde bir den, yani yalçın kayadan ibaret bir tepeden çıkarılmış olduğu bilinmektedir. Burada söz konusu devenin çıkarılması değil de irsâlinin, yani Allah`ın arzında otlasın diye salınmasının bir imtihan için olduğu beyan buyurulmuştur. Bunu çokları imtihan mânâsına tefsir etmişlerse de, meşhur mânâsına alınmasını caiz görenler de olmuştur. Râzî der ki: "yette geçen "fitne", mef`ûlünleh (tümleç)tir." Buna göre i rsâl (salıvermek)den maksat, fitne (imtihan) demektir. Lakin asıl maksat, peygamberi tasdik etmektir. Çünkü bu, gerçek mânâda Sâlih (a.s)`in mucizesidir. Şu halde bunun tefsirindeki hakikat nedir? Deriz ki bu konuda iki farklı nokta vardır. Birincisi: Muc ize bir fitnedir. Çünkü onunla, sevab kazanacak kimsenin hali, azap görecek kimsenin halinden ayrılır. Zira, Allah Teâlâ mucize ile sırf peygamberin doğruluğunu anlatmış olması hasebiyle küfredenlere azap eder. Bu yönüyle mucize, peygamberi tasdik etmekte n ibaret sayılacağı için bir imtihan demektir. Çünkü tasdikten sonra tasdik edenle yalanlayan seçilecektir. Diğeri, bundan daha hassas bir durumdur. Şöyle ki: devenin kayadan çıkarılması bir mucize, salınması, aralarında dolaşması ve suyun taksim edilmesi d e bir imtihandır. Onun için "Şüphesiz ki biz bir imtihan için deveyi çaracağız." değil de "Biz bir imtihan için deveyi salacağız." buyurulmuştur. Burada ayrıca gizli bir işaret de vardır ki o da şudur: Allah Teâlâ, dilediğine hidayet verir ve hiday e tin yolları vardır. Bunlardan bir kısmı, insanın kendi gayreti ile gireceği şekilde olur. Mesela, Allah delil olacak bir şey yaratır ve onda insanın bakış ve düşüncesi o şekilde meydana gelir ki, gerçek o insanın fikrinde ortaya çıkar ve insan ona uyar. B a zan da o insanı başlangıçta delile mecbur eder de küçüklüğünden itibaren hatadan korur. İşte peygamberlerin elleriyle mucize göstertmek, çalışmakla doğru yolu bulmayı kendi dilediğine vermesi kabilindendir. Peygamberlerin kendilerine olan hidayet ise, çalışmak değil, belki onlarda çalışmaksızın bir takım ilimler yaratmak suretiyledir. Bu yüzden denilebilir ki: Onlara işarettir ve onun için "Onlar için." buyurulmuştur ki mânâsı, onlar için bir imtihan olabilecek şekilde demektir. Bu sebeble onları gözet, bak o yüzden nasıl bir meşakkat ve azaba düşeceklerdir. Ve sabırlı ol, sana eziyet ederlerse azabı acele etme

    28. ve onlara haber ver ki, su aralarında taksim edilmiştir,

    yani deve ile onlar arasında "Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin." (Şuarâ, 26/155) âyetinin işaretiyle nöbetleşe taksim edilmiştir. Birgün deve içer bir gün de onlar su alır ve hayvanlarını sularlar. Yahut devenin su içtiği günün dışında, onlar arasında taksim edilmiştir. Her içim, huzur iledir. Fıkıhda şirb (sulama hakkı), şefeden (kendisinin ve hayvanının içme hakkından) daha umûmidir. Yani hem içmek, hem kullanmak ve sulamak gibi hususları içine almaktadır. Her şirb, gerek devenin ve gerek halkın içimi, yahut gerek su ve gerek süt içimi demektir. Deniliyor ki, halk kendi nöbetlerinde su alıyorlar, devenin nöbetinde ise onun sütünü sağıp içiyorlardı. Demek ki bu devenin bir taraftan külfet bir taraftan nimet olan enteresan özellikleri vardı. Bir kere su nöbeti, bütün halkın su nöbe t ine eşit bir günü işgal ediyor, böylece onları tazyik eden bir deneme oluyordu. Buna mukabil onlara çok süt veriyor ve bu yönüyle de hallerine genişlik veren bir nimet oluyordu. Bu iki halin ikisinde de bir değil, bir çok devenin yerini tutan büyük bir y a ratık oluyordu. Söz konusu deveye "Nâkatullah" Allah`ın devesi denilmesine, Allah`ın arzına bırakılıp yayılmasına bakarak, Allah`ın mülkü hükmüne tâbi olan vakıf veya beytü`l-mal (maliye hazinesi) malları gibi idare edilmiş bir cins sağmal mala benziyordu. Nitekim bir de yavrusunun olduğu nakledilmektedir. Allah için hakkı gözetilerek bakıldığı takdirde kendileri için pek büyük bir nimet olacak olan bu Allah devesi, gerektirdiği sıkıntı, zahmet ve taksim nizamı gibi maslahat ahkâmı (iş hükümleri) ile hakla r ında bir nevi baskı ifade eden bir imtihan ve deneme olduğu için bu sınırlama ve sorumluluğa dayanamadılar

    29. derken arkadaşlarına bağrıştılar, şehirlerindeki "dokuz çetenin" başı olan ve Semûd`un kızılı (Uhaymir-i Semûd) denilen Kudar b. Sâlif`e feryad ettiler. O da aldı alacağını. Kalktı, silahını, arkadaşını veya cinayeti karşılığında alacağını aldı da deveyi öldürdü.

    Akr, bir hayvanı ayağından biçerek devirip yıkmaktır. Bu suretle "akare" deveyi vurdu, öldürdü mânâsını ifade etmektedir. Deniliyor ki, Sâlih (a.s) "Bari yavrusuna yetişin." dedi. O, dağa kaçmıştı. Koştular, ancak o böğürerek anasının geldiği kayaya girdi, yetişemediler.

    30. Fakat arkasından azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Nasıl acı bir şekilde gerçekleşti. Salih (a.s) "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi` diye tebliğ etti." (Hûd, 11/65) Rivâyet edildiğine göre Sâlih (a.s) onlara: "Yarın yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün kararacak sonra da sabahle y in başınıza azab gelecek"

    dedi. Derken bu alâmetleri görmeğe başladıklarında Sâlih (a.s.)`i de tutup öldürmek istediler. O da Allah`ın emri ile beraberindeki müminlerle Filistin`e gidip kurtuldular. Dördüncü gün ki bir pazar günü idi, o bölgeye azab geldiğinde, gözleri baka baka, titreye titreye bir anda helak oldular. Nitekim onların bu durumlarını "Bu yüzden kendilerini göre göre yıldırım çarpmıştı." (Zâriyât, 51/44) âyeti açık bir şekilde ifade etmiştir.

    31. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hus u si bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek mânâlar vardır.

    32. Kur`ân`ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan?

    33. Kur`ân`ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre harek et edecek olan?

    34. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek mânâlar vardır. Kur`ân`ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan? Lût kavmi de uyarıları (ve uyarıcıları) yalanladı. Bu kıssanın da çeş i tli yerlerde zikri geçti, fakat sırf tekrar suretiyle değil, geçtiği her yerde hususi bir noktasına işaret edildi. Onun için biz üzerlerine salıverdik. Çakıl, taş yağdıran melek yahut rüzgar, üzerlerine cehennem vadisinden istif edilmiş taşlar yağdırıyordu. Ancak Lût`un iman eden mensupları müstesnâ ki karısı hariç olmak üzere ailesinden bir kaç kişi idi. Onları bir seher vakti, yani sabaha yakın kurtardık. Selamete çıkardık.

    35. İşte biz, iman ve itaatla nimetimize şükreden kimseleri böyle karşılarız, böyle mükafatlandırırız.

    36. Halbuki Celâlim hakkı için Lût, ötekileri yani kavmini uyarmış ve kendilerini yakalayışımızın dehşetini de onlara haber vermişti. Fakat onlar o uyarıları şüphe ve mücadele ile karşıladılar.

    37. Yemin ederim ki o gelen misafirlerden dolayı istekte bulundular. Misafirlerden murad almak, ahlaksızca harekette bulunmak için gidip geldiler. Misafirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz. İbrahim`e gelen elçilerdi. Onun için biz de gözlerini si l iverdik. Yani yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine girdiklerinde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi bilemediler de Hz. Lût onları tutup çıkarttı. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik.

    38. Yemin ederim ki o gelen misafirlerden dolayı istekte bulundular. Misafirlerden murad almak, ahlaksızca harekette bulunmak için gidip geldiler. Misafirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz. İbrahim`e gelen elçilerdi. Onun için biz de gözlerini siliverdik. Yani yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine girdiklerinde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi bilemediler de Hz. Lût onları tutup çıkarttı. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarıl a rımı tadın!" dedik.

    39. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik. Şüphesiz sabahleyin erkenden de onları bastırdı. Müstakirr, yani üzerlerinde karar kılmış, bertaraf edilmez, yahut onları karargahları (kalınacak

    yer) olan cehennem e götürene kadar devam eden bir azab. Haydi şimdi azabımı ve uyarılarımı tadın bakalım. Yani kendilerine böyle diyerek bastırdı, yahut bu ifade onların hak ettikleri şeyi beyan için temsili bir hitaptır. Bunlar zevklerine düşkün oldukları için cezala r ında da denilerek kendileriyle alay edilmiştir.

    40. Bunlar gibi uyarıları yalanlayan çağdaş kâfirler hakkında da buyuruluyor ki. "Şüphesiz Kur`ân`ı da kolaylaştırdık düşünmek için, fakat hani düşünen?"

    Beşinci kıssa:

    Meâl-i Şerifi

    41. Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.

    42. Lakin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık.

    41. Bu kıssalardan hisseye gelince;

    Meâl-i Şerifi

    43. Şimdi s izin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?

    44. Yoksa "Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz." mu diyorlar?

    45. Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.

    46. Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.

    47. Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

    48. O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler, "Cehennemin dokunuşunu tadın!" (denilecek).

    49. Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık.

    50. Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp yumma gibidir.

    51. Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?

    52. İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.

    53. Küçük, büy ük hepsi satır satır yazılmıştır.

    54. Takva sahipleri cennetlerde, nur içindedirler.

    55. Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarındadırlar.

    42. Bu kıssalardan hisseye gelince;

    Meâl-i Şerifi

    43. Şimdi sizin kâfirleriniz, onl ardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?

    44. Yoksa "Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz." mu diyorlar?

    45. Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.

    46. Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.

    47. Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

    48. O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler, "Cehennemin dokunuşunu tadın!" (denilecek).

    49. Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık.

    50. Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp yumma gibidir.

    51. Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?

    52. İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.

    53. Küçük, büyük hepsi satır satır yazılmıştır.

    54. Takva sahipleri cennetlerde, nur içindedirler.

    55. Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarındadırlar.

    43. Sizin kâfirleriniz, hitap, Mekke ehline, dolayısıyla Araplar`a ve son asır insanlarınadır. Yani ey bu zaman insanlar ı! Sizin kâfirleriniz Onlardan hayırlı mıdır? Yani Nûh (a.s.)`un kavminden Firavun`a kadar helakleri zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli, yahut Allah`ın azabından kurtulmaya daha mı layıktırlar? Yoksa sizin için kitaplarda bir

    berâet mi vardır?
keyboard_arrow_up