kuran.com

HADİD



    1. Allah`ı yahut Allah için tesbih etmektedir. Tesbih, Allah Teâlâ`yı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusurlardan gerek itikad gerek söz ve gerek kalb ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. Takdis kavramının anlamı da böyledir. Bunlar esasen uzak gitmek ve uzaklaştırmak mânâsını ifade etmektedirler. Nitekim sözü, "Suda uzağa gitti." sözü de "Arzda uzağa gitti." mânâsına gelmektedir. (Bu konuda bilgi için Bakara, 2/32 ve İsrâ Sûresi`nin baş tarafına bkz.) deki "lâm" ya "Ona teşekkür ve na s ihat ettim." cümlesinde olduğu gibi te`kid (kuvvetlendirmek) için ziyade kılınmış sıladır veya "Allah için" anlamında sebeb ifade etmektedir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi . esas itibariyle akıl sahiplerinin dışındakilere mahsus ise de tâbiri g öklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister görünen varlıklar olsun hepsine şâmildir. Binaenaleyh, gerek melâike ve müminler gibi sözle, gerek diğer varlıklar gibi ilham yoluyla konuşanların hepsi dahil olmak üzere meca z î bir anlam da kasdedilmiş olabilir. Çünkü yaratılan her varlık, imkân (olabilirlik) ve hudûsu (sonradan olmayı) ve arzettiği sanat nizamı ile Allah Teâlâ`nın noksanlıklardan münezzeh (berî) ve yüceliğin son derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delalet etmektedir. (Bu hususta bilgi için (İsrâ, 17/44) âyetine bkz.) "O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." Bu cümle, tesbihin şekline işaret etmektedir.

    2. "Göklerin ve yerin mülkü O`nundur." Yani âlemdeki bütün küllî tasarruf; var etm e, yok etme ve diğer bilinen ve bilinmeyen tasarrufların hepsi O`nun içindir. "O yaşatır ve öldürür." Bu cümle mülke dair hükümlerden bir kısmını beyan etmektedir. "O her şeye kadirdir." Bu da, hepsini bütün şartlarıyla özetlemektedir.

    3. O`dur Evvel, her şeyden önce, başlangıcı yoktur ve her şeyin ilkidir. Çünkü varlıkların hepsinin başlangıcı ve hepsini ortaya çıkarandır. Ve son, hepsinin yok olmasından sonra O, bâkidir "O`nun zâtından başka her şey helak olacaktır..." (Kasas, 28/88), "Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak ." (Rahmân, 55/26,27) âyetlerinin ifade ettikleri mânâya göre varlıkların hepsi helak ve fenâya gider ve gidebilir, ancak O, kalır. Bütün yaratıkların, varlık sebepleri ortadan kalkınca esasen helak edilirler ve yok olurlar. Sonra bütün işler ona

    döndürülür. Binaenaleyh O, hepsinden evvel olduğu gibi, hepsinin gayesi ve varlığın sonudur. Hem de Zâhir ve Bâtın. Zâhir, varlığı her şeyde açıkça görülen demektir. Çünkü her şey O`nun varlığına delildir. Hiçbir şey yoktur ki varlıkta ortaya çıkarken daha evvel O`nun varlığını isbat etmiş olmasın. Mamafih her görüneni de O zannetmemelidir. Çünkü O, âşikâr olmakla beraber gizlidir de. Duygularla hissedilemeyi p hayal ile algılanamayacağı gibi, varlığının hakikatı da, akılların idrak ve kavrayışına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh O`nun için ne yalnız Zâhir ne de yalnız Bâtın diye hükmetmemeli, hükmü, âtıftan sonraya bırakarak "Zâhir ve Bâtın" demelidir. Evvel ve hir sıfatları da böyledir. Ebu`s-Suud`un da ifade ettiği gibi deki"vâv", bu iki vasfın tamamını önceki ilk vasfa bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan (vav ile bağlamadan) önce olabilirse de "ve`l-hir" ile "ve`l-Bâtın" sıfatlarında hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü atıftan sonraya bırakmak daha doğrudur. Çünkü "hüve" zamiri "Allah" ismine aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin toplamıdır. Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vüc û d (varlığın birliği) adına hatalara düşmektedirler. Ve O herşeyi bilicidir. Şu halde kendini de bilir. Bâtın ismine bakarak Allah`ın, kendine de gizli olduğu zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her şeyi bilicidir." sözü, söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır.

    4. "O`dur yaratan..." Bu da mülk hükümlerinden bir kısmını beyan etmektir. "altı günde." (Bu hususla ilgili olarak A`raf, 7/54. ve Fussilet, 41/10-12. âyetlerin tefsirine bkz.) Sonra arş üzerine istivâ etti. Yani yaratıp öylece bırakıvermedi, işi idare edip düzenlemektedir. (İstivâ hakkında A`râf Sûresi`ndeki, 7/54. âyette tafsilat geçti. Oraya bkz.) (Allah) yere gireni de bilir, tohumlar gibi ondan çıkanı da, ekinler gibi. Gökten ineni de, yağmurlar gibi ona çıkanı da, buharlar gibi. Ve her nerede olursanız o sizinle beraberdir. Onun ilmi ve kudreti yanınızdan ayrılmaz. Ve Allah her ne yaparsanız görücüdür. Görür ve ona göre karşılığını verir.

    5. "Göklerin ve yerin mülkü O`nundur." Bu cümle, sûrenin başında zikredildiği gibi burada da te`kit için tekrar edilmiştir. Yani hem ibtidada (yaratmada) hem iâdede (diriltmede) zikredilmiştir. Çünkü her ikisinin de mukaddimesi gibidir. Bir de istihlâftan (vekil bırakmadan) bahsedileceği için bu hatırlatmanın te`kid edilmesinde başka bir önemli fayda vardır. Ve bütün işler, Allah`a döndürülür. Çünkü ilk ve son

    O`dur. Binaenaleyh gerek mal ve mülkünüzde ve gerek diğer hususlardaki tasarruflarınızın bile evveli ve sonrası ona döndürülecektir. Bu yüzden bütün her şeyin kulluk adına O`nun için icrâ edilmesi gerekmektedir.

    6. "Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye sokar." Yani zamanın acı tatlı bütün değişiklikleri O`nun hükmü altındadır. Gamları, sevince, sevinçleri gama, kedere tebdil eden ve zulmet içinde nur, nur içinde zulmet yaratan O`dur. Hem O, bütün göğüslerin künhünü (hakikatini) bilir. En gizli fikirleri, niyetleri, acı ve kederleri ve her türlü duyguyu O bilir.

    Onun için:

    Meâl-i Şerifi

    7. Allah`a ve Resulüne iman edin. Sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Sizden, inanan ve harcayanlar için büyük mükafat vardır.

    8. Size ne oldu ki, Resul sizi Rabbinize inanmanız için davet ettiği halde Allah`a inanmıyorsunuz? Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer inanacaksanız.

    9- Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O`dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

    10- Neden siz Allah yolunda harcamayasınız ki? Göklerin ve yerin mirası zaten Allah`ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşan bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel sonucu vaad etmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

    7. Sıfatı, yukarıda zikredildiği şekilde Allah`a iman etmekle beraber Resulüne de iman edin. Çünkü Allah`ın tebliğini, emirlerini nehiylerini O, getirecek o, beyan edecektir. İman edin de sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Yani hakikatte mülk onun olduğu gi b i milk de onundur. Siz O`nun olduğunuz gibi sizin milk diye sahip olduğunuz şeyler de O`nundur. Ancak selâhiyyet verip onlarda tasarruf etmek için sizi halife kılmıştır. Bundan dolayı size vekil gibi izin verdiği hususlarda tasarruf edebilirsiniz. O halde iman ederek sizi vekil tayin ettiği bütün varlıkta kendinizi asîl değil, O`nun vekili bilerek Hakk`ın yolunda ve beyan ettiği hususlarda harcamada bulununuz. Nitekim bir beyitte de şöyle denilmiştir:

    "Mal ve çoluk çocuk birer emanetten başka bir şey değildir. Bir gün olup da emanetlerin geri verilmesi ise gereklidir."

    Bazı âlimler, "Bu infaktan (harcamadan) maksat, zekattır." demişlerse de doğrusu, vacib ve nafile harcamayı içine almış olmasıdır. Dahhâk`tan yapılan rivâyete göre bu âyetler, Tebük vak`asında nazil olmuştur. Binaenaleyh söz konusu âyetler, bu sûrenin Medenî olan âyetlerindendir.

    8. Halbuki Allah sizden kesin söz almıştı. fiilinin zamiri, hem Allah`a hem de Resulü`ne ait olabilir. Allah`a ait olduğu düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan "Evet Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki,

    delil getirme ve düşünceye yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)`a ait olduğu kabul edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir. Zira Ubâde b. Sâmit (r.a.)`den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz. Peygamber`e, canlılık ve gevşeklik halinde işitip itaat etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak A llah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten önce" Burada fetihten kasıt, Mekke`nin fethi, yahut hakkında Fetih Sûresi`nin indiği Hudeybiye`dir Bu ibareden de, onuncu âyetin Medine`de nazil olduğu anlaşılır. Müfessir el-Vâhid î `nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr (r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması, hükmün genel olmasına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle Mekke`nin fethedilmesinden veya Hudeybiye`den evvel infakda bulunan ve savaşan M u hacir ve Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki çoğul sıgasıyla "Onlar, (derece itibarıyla) daha büyüktür." buyurulmuştur. Ahmed b. Hanbel`in Enes (r.a.)den yaptığı bir rivâyete göre Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında şöyle bir kon u şma geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân`a: "Siz, bizden önce yaşamış olduğunuz günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu söz Hz. Peygamber (s.a.v)`e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için bırakın, nefsim kudret elinde bulunan O yüce zât`a yemin ederim ki, siz dağlar kadar altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz." Görüldüğü gibi bu hadis, ile işaret olunanların Hudeybiye`den önce infak edenler olduğunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid`in müslüman olması hadises i, Hudeybiye`den sonra, Mekke`nin fethinden önce idi. Şu halde fetihten maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi bir çok âlim, onu Mekke`nin fethi olarak kabul etmişlerdir.

    Hüsnâ, birçok kere geçtiği gibi, en güzel mükafat, yani cennet anlamını ifade etmektedir.

    Meâl-i Şerifi

    11. Kimdir o, Allah`a güzel bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir mükafat da versin.

    12. O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): "Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir." (denilir) İşte büyük kurtuluş budur!

    13. O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım?" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır.

    14. (Münafıklar) onlara: "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. (Müminler) de derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah`ın emri gelip çattı.

    15. Bugün artık ne sizden ne de inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!

    16. İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah`ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?

    17. Biliniz ki Allah yer yüzünü ölümünden sonra diriltir. Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.

    18. Şüphesi z sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah`a güzel bir ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır ve onlara şerefli bir mükafat vardır.

    19. Allah`a ve peygamberine iman edenler var ya, işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkar edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.

    9. Halbuki Allah sizden kesin söz almıştı. fiilinin zamiri, hem Allah`a hem de Resulü`ne ait olabilir. Allah`a ait olduğu düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan "Evet Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki,

    delil getirme ve düşünceye yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)`a ait olduğu kabul edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir. Zira Ubâde b. Sâmit (r.a.)`den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz. Peygamber`e, canlılık ve gevşeklik halinde işitip itaat etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emre d ip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak Allah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten önce" Burada fetihten kasıt, Mekke`nin fethi, yahut hakkında Fetih Sûresi`nin indiği Hudeybiye`dir Bu ibareden de, o n uncu âyetin Medine`de nazil olduğu anlaşılır. Müfessir el-Vâhidî`nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr (r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması, hükmün genel olmasına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle Mekke`nin fethed i lmesinden veya Hudeybiye`den evvel infakda bulunan ve savaşan Muhacir ve Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki çoğul sıgasıyla "Onlar, (derece itibarıyla) daha büyüktür." buyurulmuştur. Ahmed b. Hanbel`in Enes (r.a.)den yaptığı bir rivâyete g ö re Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân`a: "Siz, bizden önce yaşamış olduğunuz günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu söz Hz. Peygamber (s.a.v)`e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için bırakın, nefsim kudret elinde bulunan O yüce zât`a yemin ederim ki, siz dağlar kadar altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz." Görüldüğü gibi bu hadis, ile işaret olunanların Hudeybiye`den önce infak edenler olduğunu kuvvet l endirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid`in müslüman olması hadisesi, Hudeybiye`den sonra, Mekke`nin fethinden önce idi. Şu halde fetihten maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi bir çok âlim, onu Mekke`nin fethi olarak kabul etmişlerdir.

    Hüsn â, birçok kere geçtiği gibi, en güzel mükafat, yani cennet anlamını ifade etmektedir.

    Meâl-i Şerifi

    11. Kimdir o, Allah`a güzel bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir mükafat da versin.

    12. O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): "Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir." (denilir) İşte büyük kurtuluş budur!

    13. O gün mün afık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım?" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır.

    14. (Müna fıklar) onlara: "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. (Müminler) de derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile alda t tı. Nihayet Allah`ın emri gelip çattı.

    15. Bugün artık ne sizden ne de inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!

    16. İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah`ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?

    17. Biliniz ki Allah yer yüzünü ölümünden sonra diriltir. Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.

    18. Şüphesiz sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah`a güzel bir ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır ve onlara şerefli bir mükafat vardır.

    19. Allah`a ve peygamberine ima n edenler var ya, işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkar edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.

    10. Halbuki Allah sizden kesin söz almıştı. fiilinin zamiri, hem Allah`a hem de Resulü`ne ait olabilir. Allah`a ait olduğu düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan "Evet Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki,

    delil getirme ve düşünceye yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)`a ait olduğu kabul edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir. Zira Ubâde b. Sâmit (r.a.)`den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz. Peygamber`e, canlılık ve gevşeklik halinde işitip it a at etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak Allah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten önce" Burada fetihten kasıt, Mekke`nin fethi, yahut hakkında Fetih Sûresi`nin indiği Hudeybiye`dir Bu ibareden de, onuncu âyetin Medine`de nazil olduğu anlaşılır. Müfessir el-Vâhidî`nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr (r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması, hükmün genel olm a sına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle Mekke`nin fethedilmesinden veya Hudeybiye`den evvel infakda bulunan ve savaşan Muhacir ve Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki çoğul sıgasıyla "Onlar, (derece itibarıyla) daha büyüktür." buyuru l muştur. Ahmed b. Hanbel`in Enes (r.a.)den yaptığı bir rivâyete göre Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân`a: "Siz, bizden önce yaşamış olduğunuz günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu söz Hz. Peygamber (s.a.v)`e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için bırakın, nefsim kudret elinde bulunan O yüce zât`a yemin ederim ki, siz dağlar kadar altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz." Görüldüğü gibi bu hadis, ile iş a ret olunanların Hudeybiye`den önce infak edenler olduğunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid`in müslüman olması hadisesi, Hudeybiye`den sonra, Mekke`nin fethinden önce idi. Şu halde fetihten maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi bir çok âlim, onu Mekke`nin fethi olarak kabul etmişlerdir.

    Hüsnâ, birçok kere geçtiği gibi, en güzel mükafat, yani cennet anlamını ifade etmektedir.

    Meâl-i Şerifi

    11. Kimdir o, Allah`a güzel bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir mükafat da versin.

    12. O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): "Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir." (denilir) İşte büyük kurtuluş budur!

    13. O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım?" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır.

    14. (Münafıklar) onlara: "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. (Müminler) de derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah`ın emri gelip çattı.

    15. Bugün artık ne sizden ne de inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!

    16. İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah`ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?

    17. Biliniz ki Allah yer yüzünü ölümünden sonra diriltir. Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.

    18. Şüphesiz sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah`a güzel bir ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır ve onlara şerefli bir mükafat vardır.

    19. Allah`a ve peygamberine iman edenler var ya, işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkar edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.

    11. "Hani kim o Allah`a güzel bir ödünç verecek kimse?" Bu âyetin bir benzeri de Bakara, 2/245. âyetidir. Bilgi için oraya bakınız. Karz, başlangıcı ödünç verme, sonucu bey-i sarf (para cinslerinin bir biriyle satışı) olan bir muameledir. Karz-ı hasen, güzel ödünç anlamını ifade etmekle beraber burada malın en iyisini seçip Allah rızası için halis niyetle faydalı olan hususlara sarf etmek demektir.

    Karz-ı hasenin on vasfı taşıdığı ifade edilmiştir. 1. Sarf edilecek malın, helal maldan olması lazımdır. Çünkü Allah Teâlâ temizdir, temiz olmayanı sevmez. 2. Kişinin sahip olduğu malın en iyisinden olmalıdır. 3. Karz-ı hasen sahibi sıhhatli, yaşama ümidi besleyen, fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden bi r isi olmalıdır. 4. Malı, en muhtaç ve en uygun olana vermelidir. 5. Verdiği malı, gizlemeli, açığa vurmamalıdır. 6. Arkasından başa kakmamalı, eziyet etmemelidir. 7. Maksadı, sırf Allah rızası olmalıdır. 8. Verdiği çok olsa da az ve ehemmiyetsiz görmelidir. 9. En sevdiği malından vermelidir. 10. Malı, fakire evine götürerek vermek suretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi seçmelidir. Burada Allah`a karşı karz-ı hasen tâbirinin kullanılması, mecazî anlamdadır. Malın en iyisini ve verilecek en faydalı cihe t i seçerek Allah yolunda ihlâs ile harcama yapılması ve Allah`ın buna kat kat sevab ve karşılığı taahhüd buyurması hususunun bir karz-ı hasene benzetilerek fiilde bir istiâre-i tebeiyye veya görünüşte bir istiâre-i temsiliyye yapılmıştır.

    12. Göreceğin günü zarfına veya ya ya da hazfedilen fiiline bağlıdır. Yani kıyamet günü "Onların önlerinde ve sağlarında nurları koşar." İbnü Ebî Şeybe, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye`nin İbnü Mes`ud (r.a.)`dan naklettikleri bir rivâyette o şöyle demiştir: "Müminlere amellerine göre nur verilir. Bu nurla onlar sıratı geçerler. Kiminin nuru dağ gibi, kiminin nuru ağaç gibidir. En aşağıda olanın nuru baş parmağındadır ki bir yanar bir söner." Ebû Hayyan da der ki: "Anlaşıldığı n a göre bu nur iki kısımdır. Birisi önlerindedir, gidecekleri yeri aydınlatır. Birisi de sağ taraflarındadır." Cumhura göre de nurun aslı, onların sağlarında olan nurdur.

    Önlerinde bulunan nur, bu asıl nur olan yayılan ışıktır. Bir de denilmiştir ki. "Buradaki , mânâsına olup, "sağ taraflarından" demektir ki bu da, "her taraflarından" mânâsınadır. "Eymân" şeklinde çoğul olarak ifade edilmesi ise, onun şerefinden dolayıdır.

    Zemahşerî de şöyle der: " "Önlerinden ve sağlarından" denilmesi, o bahtiyar müminlerin amel defterlerinin bu iki yönden verilmesinden dolayıdır." Nitekim cehennemliklerin de sollarından ve arkalarından verilecektir." İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye Abdurrahmân b. Cübeyr b. Nâdir`den, onun şöyle dediğini nakletmişlerdir: " E bu Zer ve Ebu`d-Derdâ (r.a.) derlerdi ki, "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ben kıyamet günü kendisine secde izni verileceklerin birincisiyim, izin verilip başını kaldıracakların da birincisiyim. Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım, b a kınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resululluh Nuh (a.s.)`dan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? diye sorulduğunda da buyurdu ki: "Abdest izinden alınları, elleri ve ayakları parıldar." Bu durum başka ümmetlerde yoktur. Ve k i tapları sağ taraflarından verilir onunla tanırım, yüzlerinde secde izlerinden işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden sağ ve sol taraflarından koşan nurlarıyla tanırım." İbnü Ebî Hâtim, Ebû Ümâme (r.a.)`den şöyle bir rivayet nakletmiştir. "Kıyamet g ü nü bir zulmet salınır, ne mümin ne de kâfir hiç kimse avucunu dahi göremez. Tâ ki Allah Teâlâ, müminlere amelleri kadar nur gönderinceye kadar ..." İbnü Cesir ve Beyhaki "Ba`s"de İbnü Abbas`ın şöyle dediğini naklederler: "İnsanlar karanlıklar içinde iken Allah Teâlâ bir nur gönderir. Müminler o nuru görünce o tarafa doğru yönelirler. İşte bu nur, onların cennete girmeleri için Allah tarafından gönderilen bir delil olur." Bundan sonraki âyetin mânâsından bizim anladığımıza göre, söz konusu nurun müminleri n önlerinde ve sağlarında koşması, solda ve arkada bulunan münafık ve kâfirlerin ondan istifade etmemesi içindir. Binaenaleyh `ü "her taraf" mânâsına yorumlamak doğru değildir. , dan bedeldir. İbnü Atiye demiştir ki, sözüne de zarf olabilir. Yani mün a fıkların şöyle şöyle dedikleri gün, müminler o büyük

    kurtuluşa erecekler demektir. Münafıklar, Medine`de olduğuna göre bu âyetlerin de medenî olmaları gerekir. Bize bakınız sizin nurunuzdan alalım, yani müminler nurları önlerinde ve sağlarında koşarak o büyük murada ererlerken münafıklar yetişemeyip karanlıkta kalacaklardır. Müminlere arkalarından diyecekler ki, "Bizden tarafa bir bakın da, nurunuzdan biz de ışık alalım, istifade edelim." Zira müminler onlardan tarafa baktıkları zaman önlerinde bulunan n u r o tarafa geleceğinden ondan istifade edeceklerdir. Yahut "Bizi gözetin, bekleyin de biz de size katılalım ve bu sûretle nurunuzdan ışık alalım." mânâsınadır. Mü`minler veya melekler tarafından denilecek ki dönün arkanıza da bir nur almağa çalışın. Yani bir nur bulma vasıtası arayın. yette yer alan "dönün" emri, defolun gibi bir azarlama, bir kovmadır. Denilmiş olmaktadır ki, siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeğe vasıta arardınız. Haydi şimdi mümkünse ve dönmekte fayda varsa dönün arkanıza d a bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak kimse yoktur. Arkadan maksat da, nurun taksim edildiği yer yahut, nurun sebebi olan imanın kazanıldığı dünya hayatıdır. Derken aralarına bir sûr çekilmiştir. Sûr, bir şehrin etrafına çepe çevre çekilen hisâra denilir. Burada mutlak ayırıcı mânâsı verilmiştir. İbnü Zeyd ve Mücahid bu sûra A`râf demişlerdir. Diğerleri ise A`râfın dışında bir şey olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de men etme ve yolu kapama mânâsı vermişlerdir. Yani münafıklar, müminleri tal e b etmekten engelleneceklerdir demektir. Ayrıca bu sûrun, cennet ile cehennem arasına çekilmiş bir sed olduğu görüşü de ileri sürülmüştür. Öyle bir sur ki onun bir kapısı vardır. Çok değil sadece bir kapısı, Allah bilir ya bu, iman kapısı olmalıdır. Çü n kü ondan ancak mümin olanlar girebileceklerdir. Batnı yani o kapının yahut sûrun içi ki rahmet ondadır. Hakikatini tarif ve tasvir etmenin mümkün olmadığı bütün sevab ve nimet onun içindedir. Dışı ise, o yüzden yani o kapı ve sûr tarafından a zabtır. Dışındakilere azab o yönden gelir.

    13. Göreceğin günü zarfına veya ya ya da hazfedilen fiiline bağlıdır. Yani kıyamet günü "Onların önlerinde ve sağlarında nurları koşar." İbnü Ebî Şeybe, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye`nin İbnü Mes`ud (r.a.)`dan naklettikleri bir rivâyette o şöyle demiştir: "Müminlere amellerine göre nur verilir. Bu nurla onlar sıratı geçerler. Kiminin nuru dağ gibi, kiminin nuru ağaç gibidir. En aşağıda olanın nuru baş parmağındadır k i bir yanar bir söner." Ebû Hayyan da der ki: "Anlaşıldığına göre bu nur iki kısımdır. Birisi önlerindedir, gidecekleri yeri aydınlatır. Birisi de sağ taraflarındadır." Cumhura göre de nurun aslı, onların sağlarında olan nurdur.

    Önlerinde bulunan nur, bu asıl nur olan yayılan ışıktır. Bir de denilmiştir ki. "Buradaki , mânâsına olup, "sağ taraflarından" demektir ki bu da, "her taraflarından" mânâsınadır. "Eymân" şeklinde çoğul olarak ifade edilmesi ise, onun şerefinden dolayıdır.

    Zemahşerî de şöyle der: " "Önlerinden ve sağlarından" denilmesi, o bahtiyar müminlerin amel defterlerinin bu iki yönden verilmesinden dolayıdır." Nitekim cehennemliklerin de sollarından ve arkalarından verilecektir." İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye Abdurrahmân b. Cübeyr b. Nâdir`den, onun şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Ebu Zer ve Ebu`d-Derdâ (r.a.) derlerdi ki, "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ben kıyamet günü kendisine secde izni verileceklerin birincisiyim, izin verilip başını kaldıracakların da birincisiyim. Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım, bakınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resululluh Nuh (a.s.)`dan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? diye sorulduğunda da buyurdu ki: "Abdest izinden alınları, elleri v e ayakları parıldar." Bu durum başka ümmetlerde yoktur. Ve kitapları sağ taraflarından verilir onunla tanırım, yüzlerinde secde izlerinden işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden sağ ve sol taraflarından koşan nurlarıyla tanırım." İbnü Ebî Hâtim, Ebû Ümâme (r.a.)`den şöyle bir rivayet nakletmiştir. "Kıyamet günü bir zulmet salınır, ne mümin ne de kâfir hiç kimse avucunu dahi göremez. Tâ ki Allah Teâlâ, müminlere amelleri kadar nur gönderinceye kadar ..." İbnü Cesir ve Beyhaki "Ba`s"de İbnü Abbas`ın ş ö yle dediğini naklederler: "İnsanlar karanlıklar içinde iken Allah Teâlâ bir nur gönderir. Müminler o nuru görünce o tarafa doğru yönelirler. İşte bu nur, onların cennete girmeleri için Allah tarafından gönderilen bir delil olur." Bundan sonraki âyetin mân â sından bizim anladığımıza göre, söz konusu nurun müminlerin önlerinde ve sağlarında koşması, solda ve arkada bulunan münafık ve kâfirlerin ondan istifade etmemesi içindir. Binaenaleyh `ü "her taraf" mânâsına yorumlamak doğru değildir. , dan bedeldir. İbnü Atiye demiştir ki, sözüne de zarf olabilir. Yani münafıkların şöyle şöyle dedikleri gün, müminler o büyük

    kurtuluşa erecekler demektir. Münafıklar, Medine`de olduğuna göre bu âyetlerin de medenî olmaları gerekir. Bize bakınız sizin nurunuzdan alalım, yani müminler nurları önlerinde ve sağlarında koşarak o büyük murada ererlerken münafıklar yetişemeyip karanlıkta kalacaklardır. Müminlere arkalarından diyecekler ki, "Bizden tarafa bir bakın da, nurunuzdan biz de ışık alalım, istifade edelim." Zira m ü minler onlardan tarafa baktıkları zaman önlerinde bulunan nur o tarafa geleceğinden ondan istifade edeceklerdir. Yahut "Bizi gözetin, bekleyin de biz de size katılalım ve bu sûretle nurunuzdan ışık alalım." mânâsınadır. Mü`minler veya melekler tarafınd a n denilecek ki dönün arkanıza da bir nur almağa çalışın. Yani bir nur bulma vasıtası arayın. yette yer alan "dönün" emri, defolun gibi bir azarlama, bir kovmadır. Denilmiş olmaktadır ki, siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeğe vasıta arardınız. Haydi şimdi mümkünse ve dönmekte fayda varsa dönün arkanıza da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak kimse yoktur. Arkadan maksat da, nurun taksim edildiği yer yahut, nurun sebebi olan imanın kazanıldığı dünya hayatıdır. Derken aralarına bir sûr çeki l miştir. Sûr, bir şehrin etrafına çepe çevre çekilen hisâra denilir. Burada mutlak ayırıcı mânâsı verilmiştir. İbnü Zeyd ve Mücahid bu sûra A`râf demişlerdir. Diğerleri ise A`râfın dışında bir şey olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de men etme ve yol u kapama mânâsı vermişlerdir. Yani münafıklar, müminleri taleb etmekten engelleneceklerdir demektir. Ayrıca bu sûrun, cennet ile cehennem arasına çekilmiş bir sed olduğu görüşü de ileri sürülmüştür. Öyle bir sur ki onun bir kapısı vardır. Çok değil sad e ce bir kapısı, Allah bilir ya bu, iman kapısı olmalıdır. Çünkü ondan ancak mümin olanlar girebileceklerdir. Batnı yani o kapının yahut sûrun içi ki rahmet ondadır. Hakikatini tarif ve tasvir etmenin mümkün olmadığı bütün sevab ve nimet onun içindedir. Dışı ise, o yüzden yani o kapı ve sûr tarafından azabtır. Dışındakilere azab o yönden gelir.

    14. Münafıklar, müminlere: "Biz sizinle beraber değilmiydik?" diye bağrışırlar. Dünyada sadece dilleriyle deyip mümin göründüklerini söylemek isterler. Buna karşı müminler diyecekler evet.. velakin sizler kendilerinizi fitneye soktunuz. Yani münafıklık yaparak kendinizi meşakkate düşürdünüz, ateşe doğru gittiniz ve helak ettiniz. Ve gözettiniz müminlere belâ ve musibet gelmesini beklediniz. B u nun da sebebi ve şüphe ettiniz, işkillendiniz. Yani inanamadınız, böylece de hakikaten müminlerle beraber olmadınız. ve bunun sebebi de kuruntularınız sizi aldattı. Boş temenni ve hülyalarla kuruntularınıza

    aldandınız ve münâfıklıkla o boş isteklerinize ereceğinizi, böylece de İslâm`ın başarılı olamayacağını zannettiniz. Tâ Allah`ın emri, yani ölüm gelinceye kadar gururlandınız ve bunun da sebebi, o aldatıcı, gururlu, yani şeytan sizi Allah`a güvendirdi, adam sen de! Günahın zararı yoktur, Allah Gafûr ve Rahîm`dir affeder diye sizi keyflerinizin arkasından koşturdu.

    15. "Bu gün." "Fâ" sebebiyyedir, yani o sebebten dolayı bugün sizden hiçbir fidye kabul edilmez, kendinizi kurtarmak için her ne kadar kurtuluş fidyesi verecek olsanız kabul edilmez. Ne de küfredenlerden, sadece sizin gibi gizlice değil, açıkca ve bâtınen küfredenlerden de fidye kabul edilmez. Me`vânız, sığınacağınız yer, ateş yani cehennemdir. İşinizi görecek koruyucunuz, yahut layıkınız, en uygun o lan cezanız odur. O da ne fenâ masîrdir, yani ne fenâ gidilecek yerdir. Yahut ona gidiş de ne fenâdır.

    16. "Ya o iman edenlere çağrı gelmedi mi?" Bu âyetin de içeriği onun Medine`de indiğini gösterir. Ancak Mekkî olduğuna dair de iki ayrı rivayet vardır. Bunlardan biri, İbnü Mes`ud`dan nakledilmektedir. O şöyle der: "Müslüman olmamızın üzerinden henüz dört sene geçmişti ki bu âyet ile uyarıldık. "Diğeri ise İbnü Abbas`ındır. O da şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, müminlerin kalplerinde bir ağırlık (y a vaş hareket) görerek, Kur`ân`ın inişinin on üçüncü senesine girerken bizi azarladı." Şu halde bu iki rivayet birbirine zıt olduğu için birini tercih edecek durumda değiliz. Bir de, müminler Mekke`de sıkıntı içinde idiler. Medine`ye hicret ettiklerinde rızık ve nimete ulaşınca eski hallerine nazaran içlerinde uyuşukluk gösterenler oldu. Bunun üzerine söz konusu âyet indirildi denilmiştir. Lakin bu da, âyetin içeriğine pek uygun düşmemektedir. Gerçi âyetin son tarafında "Üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış..." denilmekle bu mânâya temas ediliyor gibi ise de, esasen söz geliminde bir aşağılanma olmayıp, henüz vakti gelmedi mi? diye hitab edilerek bir olgunlaşmanın meydana gelmesine teşvik ve sevk edilme bulunmaktadır. Aslında âyette bir a z arlama vardır. Fakat bu azarlama, âyetin inişine sebeb olan sahabiler için dinî neş`ede bir aşağılanma azarlaması değil, imanda kemâl izlerini göstermek suretiyle İslâm`ın faaliyete geçmesi için aşk ve heyecan yükselişini uyandırmak istikbalde de o neş`en i n sönmemesi için şart olan ruhî bir kanuna işaret etmekle heyecan ifade eden bir teşvik azarlamasıdır. Onun için buyuruluyor ki, o iman edenlere vakti ve zamanı gelmedi mi? Ki kalpleri Allah`ın zikrine ve inen hakka saygı duysun saygı ile boyun eğip i t aat eylesin. Allah`ın zikrinden maksat, Allah`ın adının

    anılması, yahut Kur`ân`dır. İnen hak da, meydana gelen olaylara göre Kur`ân ile Allah tarafından indirilen hükümlerdir. İmân, önce bilgi ve sevgi gibi iki ruh hâlini ihtivâ eder. Sonra da Hak Teâlâ tarafından gelen emir ve nehiylere göre hayırlı işlere teşebbüs etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir. Yeni imana gelen kalplerde ilk duyguların vicdanlara çarpışı kuvvetli ve bu yüzden muhabbet neşesi şiddetli olsa da, gerek bilgi ve gerek imanın gerektirdiği şeyin tatbikatı itibariyle olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi yüksek faziletlere eremez, yaptığı işlerde ve gösterdiği tepkilerde usulüne uygun ve normal bir hareket tarzına sahip olamaz Nitekim uzun zaman geçmesiyle duygular kocayarak neş`e s ini kaybeder. Arzulara gevşeklik ve kalbe katılık gelir ve bu kanun ruhundan dolayı ferdler gibi cemiyetler de dinî neşelerinde bir başlangıç çocukluk, gençlik, rüşd, kemâl ve olgunluk sonra da kocamak ve ihtiyarlık gibi tavırdan tavıra çeşitli devirler y a şar. Bu suretle kocayan cemiyetler ancak neşenin yenilenmesi yoluyla, öldükten sonra dirilme gibi yeniden hayat kazanarak varlığını devam ettirebilir ve yine o suretle gelişmesini sağlayabilirler. Hakkın birliği ile İslâm, âleme bir Likâullah (Allah`a kav u şma) neş`esi getirmişti ki, onun sona ermesi düşünülemez ve hiçbir neş`e ile değiştirilmesi söz konusu edilemez. İstikbalin imkan zemininde gizlenen hiçbir devlet, hiçbir nimet neşesi onun kavrayışı dışına çıkamaz. En büyük hoşnutluk, bütün neş`elerin ve mutlulukların gayesidir. Öncekiler, o neşenin aşkıyla iman ve İslâm`a sarılıyorlardı. Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç gevşeklik göstermeyerek "ehad, "ehad" (birdir) diye Allah`ı zikretmek suretiyle imanın sevincini ilan eden Bilâl-i Ha b eşî (r.a.) gibi Ashab-ı Kiram, hep o neş`enin şevkiyle zevk içinde yaşıyorlardı. Sonra da bu neşe, feyz ve yükselmeye kabiliyetli olarak "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım..." (Mâide, 5/3) gününe doğru bir olgunlaşma takip ediyordu. Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram imanlarının ilk anından itibaren kalpleri Allah`a karşı saygı ile çarpan mahlukatın en üstünü idiler. Bununla beraber ferdlerin tekamül mertebelerindeki hareket ve kabiliyetleri ve her mertebedeki saygı dereceleri farklı olduğu gibi ilk zamanlarda cemiyyet olarak ortaya çıkışlarında henüz o, görünen neş`esini bulamamış kuvvet ve gençlik çağına gelememişti. İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm toplumunun iman konusunda ve amelî fazîletlerde Allah`ı zikir ve Hakk`ın hük ü mlerine tam bir saygı ve teslimiyyet melekesi kazanarak faaliyyet çağına geçmeleri zamanının geldiğini hatırlatmaktadır. Çünkü âyetinde buyurulduğu üzere "Asıl müminler o kimselerdir ki, Allah

    Teâlâ`nın ism-i celili zikredildiği zaman kalbleri çarpar ve âyetleri okundukça imanları artar." (Enfâl, 8/2). Şu halde iman edenler işte böyle olsunlar. Ve şunlar gibi olmasınlar ki önceden kendilerine kitap yani Tevrat ve İncil verildi. Sonra üzerlerinden uzun zaman geçti, zaman uzadı, peygamberler i yle aralarında zaman geçti, yahut gaye uzadı, vaad edilen maksad ve istek geçti, veya ecel uzadı, ömürleri uzayıp ölümü unutarak ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler. Ve kalpleri katılaştı. Allah adına zikr ve nasihat tesir etmez, hakka boyun eğmez ve hak neşesi duymaz oldular. Böylece "İşte onlar (yani kalbler) şimdi katılıkta taş gibi, yahut daha da ileri.." (Bakara, 2/74) âyetinde ifade edilen duruma geldiler. Hem içlerinden çokları fâsıktırlar. Dinlerinin sınırlarını aşmış, kitaplarındakini terketmişlerdir. Yani "Ama onlar kendilerine zikredilen şeyden pay almayı unuttular.." (Mâide, 5/14) âyetinde ifade edilen niteliği kazanmış oldular. Onun için siz onlar gibi olmayın, katı kalpli de olmayın, fâsık da olmayın da, Allah Teâlâ`nın z ikrine, Kur`ân`daki vaaz ve uyarısına, indirdiği gerçek hükümlere itaat ve teslimiyeti alışkanlık edinecek şekilde yumuşak ve ince kalpli olun. deki "fâ" sebebiyyet mânâsınadır. Demek ki tûl-i emed, yani zamanın uzaması, kalp katılığına bir sebeb gösteri l miştir. Zira zamanın geçmesiyle duyguların şiddeti söner, kalpler katılık peyda eder. O halde hatırlara burada şöyle bir soru gelebilir: Zaman aşımı kalbin katılaşmasına sebeb olunca uzun zaman yaşayan kimselerin bundan sakınması nasıl mümkün olabilir? V e bu surette onlar gibi olmasınlar demenin genel anlamda ne faydası olur? Bunun cevabı şudur: Bilindiği üzere usulde zaman aşımı gibi kulların iradesine tâbi olmayan hususlarda sorumluluk, onun ilgili olduğu ihtiyarı elde etme sebeblerine bağlıdır. Bunda d a zaman aşımının hükmünü, ortadan kaldırabilecek sebeplerin araştırılması ile ictihada sevketme söz konusudur. Bir de âyette asıl kasdedilen huşûdur (saygıdır). Huşû ise irade ve ihtiyâr ile ilgili olan bir fiildir.

    17Sonra tabii sebepler karşısında da ümitsizliğe düşülmemek için şöyle buyuruluyor: Biliniz ki Allah Teâlâ yeri ölümünden sonra diriltir. Şüphe yok ki onu dirilten Allah, zamanın uzamasıyla katılaşmış olan kalpleri de yeni bir intibâh ve bir hayat neşesi ile diriltir. İşte size âyetleri açıkladık belki düşünür anlarsınız da onlara saygı ile sarılır, zamanın uzamasıyla dahi kasvete düşmemek için olgun bir iman ile çalışır, Kur`ân`ın feyziyle âleme yeni yeni hayatlar yayarsınız. Bunu yapabilmek için de Allah yolunda infak ve tasadduk etm e k en birinci sebeplerden birini teşkil eder. Bu hususa işaret için şöyle buyurulmuştur.

    .

    18. "Şüphesiz sadaka veren erkekler ve kadınlar..."

    19. Hem Allah`a ve Resulüne iman edenler ki imanlarının niteliği Bakara Sûresi`nin sonunda ifade edilmişti. Onlar, hep sıddikler ve şehidlerdir. Sıddikler; Allah ve Resulünü tasdik edip, tasdiklerine sadık kalmada en ileri gidenlerdir. Şehidler; Allah yolunda can veren mücahidlerdir ki, cennetlik olduklarına şehadet edilmiştir. Yahut hakikatte ölmüş olma y ıp, hayatta bulunduklarına şehadet edilmiş olmakla beraber henüz hazır demek olan şahidlerdir. Rablerinin indinde, yani Allah`ın yanında demektir ki hakiki müminler, Allah`ın hüküm ve ilminde sıddikler ve şehidler hükmünde ve tıpkı onlar gibidirler. Ç ü nkü Allah`a ve Resulüne hakikaten iman etmiş olanlar, onlar gibi Allah`ın ve peygamberlerinin bütün haberlerini tasdik etmekle beraber, imanlarına sadık kalırlar ve Allah için onların fiillerine sıdk ile şehâdet ve yardım ederler. Onun için onlara öyl e sıdk ve şehadet ile iman edenlere onların, yani sıddiklerin ve şehidlerin mükafat ve nurları vardır. O hakiki müminler de, onlara vaad edilen mükafat ve nura kavuşurlar. Müfessirlerin beyanına göre şu farkla ki, müminlerinki sıddiklerin ve şehidlerin ki gibi katlanamaz. Bu suretle seçilirler. Aralarında mahiyet (esas) farkı bulunmaz, Fakat nitelik ve derece farkı bulunur. Bazı müfessirler de bu âyeti başka türlü rabtetmişler ve demişlerdir ki nin haberi da tamam olmuştur, okurken burada durulmalıdır a bağlı olmayıp mübtedâdır. Haberi ise, dür. Böylece bu üç zamirin üçü de şühedâya aiddir. Buna göre mânâ, şöyledir: "Allah`a ve Resulüne iman edenler, onlar hep sıddiklerdir. Rablerinin yanındaki şehidler ise, onların kendilerine mahsus mükafatları ve nurları vardır." Burada Şühedâ`dan murad "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman nice olur." (Nisâ, 4/41) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin olması da düşünülebilir. yetlerimize yalan deyip küfredeler ise, onlar hep cehennem a shabıdır. Cehennemde ebedi kalıcıdırlar. Kâdî Beydâvî der ki: "Bu âyetten, cehennemde ebedî kalışın kâfirlere mahsus olduğu anlaşılır. Zira cümle, ihtisasa delalet ettiği gibi sohbet de örf bakımından beraberliğe, devamlılığa delalet etmektedir."

    Mümi n ve kâfirin ahiretteki hallerini böylece beyan ettikten sonra dünyanın, yani ahiret saadetini kazanmak için sarf edilmeyen fâni hayatın değersizliğini tasvir ederek ahiret hayatına teşvik için buyuruluyor ki:

    Meâl-i Şerifi

    20. Biliniz ki dünya h ayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bi r azab; Allah`tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.

    21. Rabbinizden bir mağfirete; Allah`a ve peygamberine inananlar için hazırlanmış olup, genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun. İşte bu Allah`ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

    22. Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah`a göre kolaydır.

    23. Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah`ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.

    24. Onlar cimrilik edip insanlara da cimriliği emrederler. Kim yüz çevirirse Allah, zengindir, övgüye layıktır.

    25. Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah`ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.

    20. Dünya hayatı, yani ahiret kazancı için sarfedilmeyen, sonsuzluk âleminin nimetlerini elde etmeye vasıta kılınmayan o dünya hayatı sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka bir meyvası olmayan şu hallerden ibarettir: Bir oyundur, heves edilir. Uğraşılır, boğuşulur. Yense de yenilse de netice itibariyle hiçe doğru sürüklenip gider ve eğlencedir. İnsanı faydalı olan i şinden, gücünden, vazifesinden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlencelerdir. Ve süstür, herhangi bir şeref bahşetmeyen,

    kadın ve çocuklar gibi gafilleri aldatan giyimler, kuşamlar, ciciler biciler kabilinden sadece bir gösteriştir. Ve aranızda bir övünmedir, ben senden üstünüm, ben falanın oğluyum gibi bir övünüştür. Tefâhür, övünme yarışı demektir. Fahr ve iftihar ise, kişinin kendisinden başka şeylere güveniş övünmesidir. Mal ve evlatta bir çokluk yarışı, bir gururdur. İşt e sırf dünya için yaşayanlara hayat, bunlardan ibarettir. Bir yağmur misali gibi ki otu kâfirleri imrendirmiştir. Burada küffâr, şer`an bilinen anlamı ile kâfirler demek olabilirse de, İbnü Mes`ud (r.a.)`dan rivayet edildiği üzere çiftçiler, rençberl e r mânâsına olması daha tercihe şayandır. Çünkü küfür, asıl lûgat mânâsında "örtmek" demektir. Çiftçiler de tohumu toprağa atıp örttükleri için onlara da bu vasıf verilmiştir. Otların bitmesi de hayvanat dolayısıyla önce çiftçilerin hoşuna gider. Ancak bu tabirin seçilmesi, bilinen tevriyeden de uzak değildir. Ahirete inanmayan kâfirlerin hoşlandıkları hayatın hayvanî bir hayat olduğuna işaret için de kullanılmış olabilir. Sonra heyecana gelir, coşar, gürleşir yahut kurumaya yüz tutar, körelir. Bir d e bakar onu sapsarı görürsün. Sonra bir tutam çöp olur. İşte dünya hayatının misali budur. Ahirette ise şiddetli bir azab vardır. Yani dünya hayatına düşkünlüğün neticesi, çetin bir acıdır. Onun için burada ilk önce azab haber verilmiştir. B i r de Allah`tan bir mağfiret, bütün günahları örten, zahmetleri unutturan ve mahiyetini tasvir imkanı olmayan bir mağfiret bir bağışlama vardır. Ve bir rıdvan vardır, ki her şeyden büyük, her zevkten üstün olan Allah`ın rızasına ulaşmak, "Allah kendi l erinden hoşnut olmuş, onlar da Allah`tan hoşnut olmuşlar.." (Beyyine, 98/8) âyeti gereğince hem kendisinden razı olunmuş hem de kendisi razı olmuş olmak ve o ebedi hoşnutluk, bütün mutlulukların en büyüğü, bütün safâların (şenliklerin) en yücesidir. Bu is e, dünya hayatını gaye edinmeyip ahiret için çalışan müminlere vaad edilmiştir. Görülüyor ki şiddetli bir azaba karşılık iki şey zikredilmiştir. 1. Mağfiret, 2. Hoşnutluk. Bu da Allah`ın rahmet sıfatının gadab sıfatına üstün geldiğini göstermektedir. Kısa c ası, dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir, bir zevkten ibarettir. Fakat bir aldanma zevkidir. Hoş gibi görünür, lakin neş`esi sersemlikle, zevki acı ve ayrılıkla, azabı cehennem ile neticelenir. Ancak Saîd b. Cübeyr (r.a.)den rivayet e d ildiği üzere dünya hayatının aldatıcı bir zevk olması, ahiret hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir. Ancak Allah Teâlâ`nın hoşnutluğuna ve ahiretin kazanılmasına vesile edinilmesi durumunda ise ne güzel zevk, ne güzel bir vesiledir! O halde insan

    ol anlar dünya hayatının geçici zevklerine kendilerini kaptırmayıp, sonundaki o ayrılık ile bir taraftan o şiddetli azabı, bir taraftan da o mağfiret ve hoşnutluğu düşünmeli de, yalnız azab korkusu ile değil, o mağfiret ve hoşnutluğa layık bir neş`e, bir aş k ve muhabbet ile ahiret için çalışmalı, o büyük murada ermelidir.

    21. Onun için buyuruluyor ki: "Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği yer ile göğün genişliği gibi bir cennete doğru yarışın." (Bu âyetin manasıyla ilgili olarak Al-i İmrân, 3/133. âyetine bkz.) Müsâreât ve müsabaka, sürat yarışı, geçme yarışı demektir. Bu iki kelime mânâ itibarıyla farklı olmakla beraber birbirlerinin yerine kullanılırlar. Müsabaka edin, yani sizden önceki ümmetlerin önde gidenlerini geçmek ve onlardan daha ileri gi d erek Rabbinizin mağfiretine, vasfedilen cennet ve Allah`ın rızasına ermek için gerekli olan sebepleri hazırlamak hususunda koşu meydanlarında yarışan yarışçılar gibi müsabaka edin, güzel ve hayırlı ameller için gayret gösterin. Ki o cennet Allah`a ve R e sulüne iman edenler için hazırlanmıştır. O halde müsabakanın aslını imanda yarışma teşkil eder. İmanda müsabaka ise, Allah ve Resulü`nün tebliğ ettikleri hususları tasdik ve uygulamada mümkün olan mesâinin en yükseğini sarf etmek, yani yukarıda geçtiği üz e re Allah`ın zikrine ve inen hakka saygı ile itaatta yarış etmek suretiyle olacaktır. Vaad edilen o geniş cenneti hazırlama Allah`ın fazlıdır, yani üzerine vacib olduğu için değil, sırf fazl ve keremiyle ihsan ettiği bir hediyesi bir bahşişidir. O f azlını dilediği kimselere verir. Onun için Cennet`i öyle iman edenlere tahsis etmiştir. Ve Allah çok büyük lütuf sahibidir. Onun için ona öyle büyük ve geniş bir lütuf çok görülmez. Sizler hemen iman edip ona ermek için yarışarak çalışın da başarıyı yine O`nun lütfundan ümid edin.

    22. Fakat dünya hayatının peşin olan eğlencelerini bırakıp da böyle ahirette vaad edilen bir mağfiret ve cennet için yarışa kalkışmakta gerek memleket ve gerek nüfus itibariyle bir takım dünyevî zararlar, sıkıntılar ve musibetlerin başa gelme ihtimali varken öyle bir müsabakaya nasıl girişilebilir? denirse işte bunun için buyuruluyor ki ne yeryüzünde ne de nefislerinizde hiçbir musibet vuku bulmaz ki bir kitapta yazılmış olmasın. Musibet, hedefine isabet eden mermi gibi i nsana şiddetle dokunan hâdise ve felakettir. Arzda vuku bulan musibet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebeb olan âfet ve ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. Nefislerdeki musibet ise, ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk,

    züğürtlük gibi insanlarla ilgili olan acılardır. Tatlı başarılar Allah`ın lütfu olduğu gibi bütün musibetler de Allah`ın ezeli ilminde veya Levh-i mahfuz`da yazılmış bir takdiridir. Öyle ki O yeri veya nefisleri yahut da o musibeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır. O nasıl mümkün olur denilmesin. Çünkü o, Allah`a göre kolaydır, Allah Teâlâ madde ve zamandan müstağni (berî)dir. O halde takdir edilen musibetten kaçınmakla kurtulma mümkün olmaz. O yazılmış ise yalnız müsabakaya girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir çatar. Bu hususta, böyle bir inanca sahip olma l ı ve o yolda hareket edilmelidir. Musibetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.

    23. Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur: O yazı (kader) şu hikmet içindir ki kaybettiğiniz dünya nimetlerinden ötürü gam yemeyip üzülmeyesiniz. Allah`ın takdiri böyle imiş diye teselli bulup gücünüzü koruyasınız. Ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz, Kibirlenmeyip "Bu, dedi şükür mü edeceğim yoksa n ankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır." (Neml, 27/40) diye sonunu düşünesiniz. Zira hepsinin takdir edilmiş olduğuna imanı olan, kalpleri Allah`ın zikrine ve inen hakka saygı duygusu besleyen kimseler Allah Teâlâ` n ın hadiseler ile ortaya çıkan acı, tatlı kaza ve kader görüntüleri karşısında insan olarak üzüntü duysa veya duygulansa da kendini şaşırmaz, ne gamın ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kaptırmaz. Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli hikmetle r i bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü, Allah`ın mağfiret ve hoşnutluk neş`esine bağlayıp alçak gönüllülük ve rıza, hisleriyle vazifesine bakar. Hem Allah çok övünen kibirlilerin, kendini beğenmişlerin hiçbirini sevmez. Bu ilave övünmenin sakın c asını ve kötü görülen çeşidini beyan etmektedir. Demek ki, hoş karşılanmayan güven, kibir ve gurur getiren fazla güvendir. Zira mübalağa sigasıdır. Çok iftihar edici demektir. da "ihtiyâl"den ism-i fâil olup kendinde görünen bir fazilet hayal ederek kib i rlenen mânâsını ifade etmektedir ki kendini beğenmiş diye tabir edilir. Aslında bu kelime, dan türemiştir. den bedel yahut mânâsına mahzuf mübtedânın haberidir.

    24. Yani "şöylelerini ki," yahut "onlar öyle kimselerdir ki" cimrilik ederler; sada ka vermekten, yardım etmekten Allah yolunda harcamaktan mallarını kıskanır, esirger ve cimrilik ederler. İnsanlara da cimriliği emrederler, bu durum iki şekilde olur. Ya nasihat ediyormuş gibi doğrudan

    doğruya ağızlarıyla söyler ve iktisattan, idareden bahsederek sıkılığa, cimriliğe teşvik ederler. Yahut davranışlarıyla herkese cimrilik örneği olurlar her kim de ardına dönerse, Allah yolunda harcamaktan yüz çevirirse haberi olsun ki, Ganî ve Hamîd ancak Allah`tır. Hiç ihtiyacı olmayan zâtında ha m dedilmeğe ve övülmeye layık olan ancak O`dur. Onların yüz çevirmeleriyle Allah`ın hiçbir şeyi eksilmez, zarar onların kendilerine aittir. İhtiyaç da kendilerinindir. Burada Nâfi, İbnü mir, Ebu Cafer kırâetlerinde `siz şeklinde okunur ve mânâda herhangi bir değişiklik olmaz. Bunun üzerine hamd`i gerektiren ilâhî lütuflardan bazılarını hatırlatma ve yüz çevirenleri uyarma pozisyonunda buyuruluyor ki

    25. Muhakkak beyyinelerle, yani açık ve kesin delil ve mucizelerle Resullerimizi gönderdik. Ve beraberlerinde kitap ve mizanı indirdik. yette geçen kitaptan maksat, kitap cinsidir. Yazının ifade edilmesi de, bunun mânâsı içerisindedir. Mizan da bilinen terazi demektir ki, âlemde mevcut olan denge kanununun bir delili ve ölçüsü olarak eşyanın dengesini tayin için kullanılır. Bunun indirilmesi ise, Allah tarafından beşerin bilgisine sunulması, ilham ile bildirilmesi çalıştırma ve kullanımının öğretilip emrolunmasıdır. Bu da, dengeyi kavrayan bir aklî ve fikrî ölçü ile ilgilidir. İşte böyle kitab ve miz a n (terazi) da indirildi ki insanlar insaf ve adaletle doğrulsun. Adî terazi tartabildiği şeylerde bir adalet, bir denkleştirme ölçüsü olmakla beraber, hukuki dengelerin hepsini ölçmek için yeterli değildir. Fakat adalet mânâsının en hususi bir örnek v e vasıtasını gösterdiği için mizan kelimesi mutlak adalet remzi olarak da kullanılır. Burada da mizanın hukûkî, sosyal ve siyasî dengeyi tayin eden adalet ölçüsü mânâsına alınması uygundur. Dengeyi bozan ve adaleti saptıranlara gelince Bir de demiri in d irdik, yani bolca yaratıp varlığını bildirdik, kullanılmasını öğrettik. Onda şiddetli bir be`s vardır. Yani kuvvetli bir darbe, çetin bir azab vardır. Çelik silahlar ve harp âletleri ondan yapılır. Ve insanlar için çok faydaları vardır. İğneden ipl i ğe hiçbir sanat yoktur ki onda demirin hizmet ve menfaati olmasın. Demir bütün sanayiin, hem belkemiği hem eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar onunla kazılır, şehirler onunla yapılır. Yiyecek de onunla, giyecek de onunladır. Fahreddin-i Razî`nin dediği gibi demirin insanlığa hizmeti, altından çok fazladır. Denilebilir ki, altın bulunmasaydı dünya için büyük bir eksiklik olmazdı. Lakin demir bulunmasaydı hemen hemen bütün dünya işleri bozulurdu. Zamanımızda makinecilikle demir sanayiinin ulaştığı derece ise, h emen hemen her şeyi

    kuşatmıştır. Böylece hem gücü artırmış, hem faydaları çoğaltmıştır. Öyle ki devletler küçük bir kağıt parçasını altının yerine koymak suretiyle, altının kıymetini değilse de tedavülünü (elden ele dolaşımını) hayli durdurmuş ve hatta altın ölçeğinin kaldırılmasını bile lakırdı sahasına atmış oldukları halde, demirin bir iğnesini eksiltmek şöyle dursun, demir ihtiyacının günden güne şiddetini artırdığını görmekten başka bir şey yapamamışlardır. Şüphe yok ki insanlığın böyle her taraftan d e mir çemberleriyle kuşatılması, derelerin, tepelerin demir makinelerden savrulan dinamit ateşleriyle parça parça edilmesi, nice kalblere katılık vermekte, kitab ve mizanı düşünmeyip, yumuşak döşeklerde rahata alışmış olan veya engin cehalet ve tembellik de r elerinde çalıp oynamak isteyen nice milletleri "Bir de onlar için demir kamçılar vardır." (Hac, 22/21) âyetince demir kıskaçlar içinde cehennemî bir tazyik ile ezmektedir. Bu da, demirde mevcut olan şiddetli gücün ortaya çıkmış bulunmasındandır. Fakat bu şiddetli gücü, bu kuvvetli tazyiki kırarak yüksek bir hürriyet havası teneffüs etmek için gök boşluğuna doğru uçan uçaklar da, demirdeki sayısız faydaları gözler önüne seren birer delildirler. Kısacası, demirin insanlar için çok faydalı ve insanların d e mire olan ihtiyaçlarının altına olan ihtiyaçlarından daha fazla olmasından dolayı, Allah Teâlâ, demiri altından çok ve kolay bulunur bir surette yaratmış ve keşfini altından önce nasip etmiştir. Buna karşılık altını ihtiyacın azlığı sebebiyle az ve nâdir yaratmış, ayrıca zor bulunacak ve kirlenmez bir kıymet ölçüsü yapılacak şekilde ağırlık ve değeri ile yerin derinliklerine atmıştır. Allah Teâlâ`nın cömertlik, hikmet, kullarına olan rahmet ve yardım izlerinden biri de, çok ihtiyaç duyulan şeyleri tabiat t a daha fazla ve kolay bulunabilecek bir tarzda yaratmış olmasıdır. Nitekim bilginler derler ki, insanın hayatta en çok ihtiyacı havayadır. Çünkü akciğerlere hava bir an ulaşmasa insan derhal ölür. İşte bu sebepledir ki Allah Teâlâ onu en fazla ve en kolay bulunabilecek ve kolaylıkla teneffüs edilebilecek bir surette yaratmıştır. Öyle ki insan hiç bir zorluk çekmeksizin onu tabii olarak teneffüs eder. Suya ihtiyaç, havadan az olduğu için onu bulmak havaya göre biraz daha zor, yiyeceğe ihtiyaç, sudan da az o lduğu için, onu bulmak da suyu bulmaktan daha güçtür. Aynı şekilde yiyeceklerin çeşitleri de ihtiyacın mertebesine göre farklılık arzetmektedir. Bulunması en zor olana ihtiyaç daha az olur. Mücevherlere ihtiyaç daha az olduğu için onlar da cidden az ve ço k zorlukla bulunurlar. Onun içindir ki kıymetlidirler. Bütün bunlardan şunu anlarız ki, tâbii olarak bir şeye ihtiyaç ne kadar çoksa o da o nisbette çok yaratılmıştır. O halde Allah`ın rahmetine ihtiyacımız hepsinden daha çok olduğu için Allah Teâlâ`nın b i ze rahmetini her şeyden kolay bulunan

    bir fazlı kılacağını da ümid ve niyaz ederiz.

    "Üstünlüğü kendi yüceliğine tahsis eden Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. İnsanlar da O`nun lütfu sayesinde zenginleşmişlerdir. Havanın nefeslerini bolca yaratmıştır, her can sahibi ise onun nefeslerine muhtaçtır."

    Bu âyetin benzeri, "Allah, kitabı ve mizanı hak olarak indirendir..." (Şurâ, 42/17) ve "Göğü Allah yükseltti ve mizanı O koydu." (Rahmân, 55/7) âyetleridir. Burada kitab ve mizan ile demirin münasebetine dair Fahreddin Razî`nin tefsirindeki şu güzel bilgileri okumadan geçmeyelim.

    "(1) Sorumluluğun alanı, ikidir. Birisi, layık olanı yapmak, diğeri ise layık olmayanı terketmektir. Birincisi, bizzat kastedilendir. Zira maksud bizzat terkedilseydi o zaman hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk ezelde mevcuttur. Layık olan fiil de ya, nefisle ilgili olur ki o, ilim ve bilgidir. Yahut bedene ait olur ki o da, âletler ve organlarla yapılan işlerdir. İşte nefsi fiilerden layık olanı yapmak konusunda kendisine baş vurulacak şey kitabdır. Çünkü hak bâtıldan, delil şüpheden onunla seçilir. Bedenî fiillerden layık olanı yapma hususunda kendisine baş vurulacak şey de mizandır. Çünkü ameller içinde sorumluluğu en ağır olanla r, yaratıklarla olan muamelelerdir. Mizan da, adaletin zulümden, fazlanın noksandan kendisiyle seçildiği şeydir. Demirdeki kuvvet ve şiddet de yaratıkları layık olmayan fiillerden zorla menetme vasıtasıdır. Kısacası kitab, nazarî kuvvetlere; mizan, amelî k u vvetlere, demir de layık olmayan şeyin ortadan kaldırılmasına işarettir. Bu üç husustan en şereflisi, manevî işlere önem vermek sonra maddi işlere riâyet etmek, sonra da layık olmayan şeylerden sakınmaktır ki âyette de bu tertib gözetilmiştir.

    2- Mua mele ya yaratıcı iledir ki bunun yolu kitaptır. Yahut insanlarladır ki bu da, ya dostlarla ya da düşmanlarla olur. Dostlarla muâmele eşitlik esasına dayanır. Bu da, mizân ile mümkün olur. Düşmanlarla muamele de kılıç ve demir iledir.

    3- İnsanlar üç kısımdır. Birincisi sâbikûn (en ileride olanlar)dur. Onlar halka, kitabın gerektirdiği ş
keyboard_arrow_up